13 Eylül 2011 Salı

KURDUN SONU KELEBEK

Suyun dibine doğru batıyorum... Hayallerim, hiçbiri gerçekleşememiş rüyalarım beni derinlere doğru çekiyor. Kollarımı uzatıp yukarı çıkmak istedikçe ayağım ağırlaşıyor. Gidiyorum...


Gidiyorum... Dönüş yok... Artık öyle deli gibi nefes almaya çalışmıyorum. Su yavaş yavaş giriyor burnumdan ciğerlerime... Önce acıyor... Her yerim... Her hücrem... Ama sonra acıya alışıyorum... Gözlerim karanlığa alıştı mı ne! Yok, gözlerim kapalı... Ben öldüm! Böyle mi oluyormuş! Gençken, umut dolu bir hayatın seni beklediğini sandığın günlerde kafanda evirip çevirdiğin hayaller seni dibe sürükleyebiliyor... Sonrasında da hayalsiz bir hayat böyle bitebiliyormuş.
xxx
Uyandığımda, gerçekten de suyun dibinden çıkmış gibi hissediyordum. Nefes alamıyordum. Daha doğrusu o kadar hızlı nefes alıyordum ki, başım döndü. Yataktan inmeye çalışırken komidine tutunmak zorunda kaldım. Çok rüya görürdüm. Ama bu kadar gerçekçisini, bu kadar saniye saniye hatırladığımı... Iııh! Hiç... O duyguları hâlâ içimde hissedebiliyordum. Boğulma hissini... Boşa giden hayat hissini... Hemen dolabın kapağındaki aynaya baktım. Hatta tırnaklarımı koluma geçirdim. Hâlâ rüyada mıyım diye... Belki de hâlâ hayatta mıyım sorusuna bir yanıttı aradığım...
xxx
Canım yandı! Demek ki ölmemişim. Demek ki rüya bitmiş! Ama peki kalbimde ve beynimde hissettiğim "Ben bir şeye çok sıkılmıştım" duygusu niye? Ama neydi? Neydi? Sonra her şeyin dank etmesi! Evet... Çocukluğumdaki, gençliğimdeki hiçbir hayalimi gerçekleştirememiş olmanın verdiği, daha doğrusu bunu bir anda anlayıvermenin getirdiği ağırlıktı hissettiğim. Sevdiğim bir işi yapıyordum. Ya da yıllarca böyle avutmuştum kendimi... İşi sevmek ortamın getirdiği gerginliği götürür diye düşünmüştüm. Ama öyle değildi.
xxx
Ailemden bile fazla gördüğüm ama hiçbir duygu duymadığım bu insanların sardığı çevreydi beni her gün geren... Anlayışsız insanlar... Bencillik... Hep kendini düşünürken bir de kendini kahraman rolüne sokan insanlardı beni geren... Kimseyi kırmayayım derken her gün kırılan olmaktan bıkmıştım. Ama zaman o kadar hızlı geçmişti ki, iş değiştirmek büyük bir yük gibi gelmişti. "Hem bu dönemde yeni iş nereden bulacaksın ki" iç sesi eşliğinde bu zor bir karardı. Tembellik daha kolaydı. İdare et... İdare et...
xxx
Etrafındakileri duymamaya çalış. Görmemeye çalış. İşini yap çık. Hataları, aptallıkları görmemeye çalış. Duymamaya çalış. Birbirinin ayağını kaydırmaya çalışanları boş ver. Yap işini... Çık git... Ama böyle diyerek tükettiğim hayat benim hayatım. Bir tane verildi bana... İkinci şans yok! Game over yazınca bir tuşa basıp yeni 'can' almak yok...
Sevmediğin ortamdaki işinden geç çıkıyorsun! Tamam!
Ailene vakit ayıramıyorsun. Tamam!
Kendine vakit ayıramıyorsun. Tamam!
Sosyal hayatın kalmadı. Hayattan zevk almıyorsun artık! Tamam!
Eskiden hep yanımda dediğin ilham perin seni terk edeli çok oldu. Tamam!
Tamam da... Son pişmanlık fayda edecek mi?
Bunları bilmek, değiştirmek için yeterli olacak mı? Ha! Bu soruya cevap ver!
xxx
Psikolojiden anlayan bir arkadaşımla dertleşirken bana hayatın üç ayaklı bir masa olduğunu söylemişti. O ayaklardan biri sakatlandı mı, masa devrilir demişti... Tam hatırlamıyorum. Ama böyle bir şeydi. O ayaklardan biri iş hayatıydı. Diğeri sosyal çevre. Üçüncüsü de özel hayat. Benim bir ayak, öbür iki ayağı feci sakatlamıştı. Yıllarca işten geç çıktığım için, herkesin izin yaptığı günlerde çalıştığım için hiçbir 'eski arkadaş'la bağım kalmamıştı. Hoş yenisiyle de kolay tanışılmıyordu. Ya da tanıştığın yeni arkadaşlar da seninle aynı şartlarda çalıştığı için dışarı çıkmak imkânsızdı.
xxx
Böyle böyle sosyal çevre gitti. Özel hayat dersen... Kendine değer verilmediğini hissettiğin bir evde yaşamak gerçekten zordu. Denize düşen yılana sarılır misali sarıldığın yılan seni soktukça insan pişman oluyor, ama çaresizlikten devam ediyordu... Kocamla ortak zevkleri kaybedeli çok olmuştu. İşten geç geldiğim için toparlanıp oturmam 00.30'u buluyordu. O saatten sonra onun bir film izleyelim önerisini de geri çevirir olmuştum çoktandır. Çünkü ufak bir hesap yaptığımda, "Film 02.00'de bitecek, kaçta uyuyacağım. Sabah erkenden kalkmak gerek" diye reddediyordum. Bir, iki, üç... Baktım ki, o tek başına film seyretmeye başladı. Önce haftada bir, sonra her gece... Ya da internette sörf...
Sonra bir gün düşündüm ki, yüzünü öyle az görüyordum ki, aynı evi paylaşan iki yabancıdan farkımız yoktu. Filmlerde dalga geçtiğim kişiler gibi yakında kısa notlarla haberleşmek zorunda kalacaktık.
xxx
İşte böyle böyle benim masanın sağlam ayağı kalmadığını fark ettiğimde başladı bu boğulma rüyaları... Çıkış yoktu! Yuvarlak tekerlekte dönen hamster misali koşup duruyordum; hiçbir yere yetişmeyeceğimi bile bile... Bir dönem psikiatr yardımı da almadım değil. Depresyon geçirip 1 ayda 10 kilo verdiğim dönemde. Her şerde bir hayır vardır diye boşuna dememişler:)
Şimdi elimde, ayakları kırık bir masa, kalbi boş, ilham perilerini, yaşam sevincini kaybetmiş bir kadın var. O kadını tekrar ayağa kaldırmam lazım.
En azından sağlıklı olduğunu biliyor o kadın. Buna şükretmesi gerektiğini... Hayatındaki boşlukları da puzzle parçaları gibi doldurması lazım.
Belki yeni yılda kendine yeni bir şeyler armağan eder; yeni bir hayat. Şöyle yeni bir iş... Ya da işi mişi bırakır, kendine vakit ayırır. Mesela hep yapmak istediği gibi bir yabancı dili şöyle adam akıllı öğrenir. Belki bir müzik aleti çalmak için de geç kalmamıştır. Hayatı keşfetmeye başlar belki yeniden... Belki... Belki çocukluğunda verdiği "Büyüyüp bu isimde kitap yazacağım" sözünü hatırlatır kendine, oturur o kitabı yazar... "Kurdun sonu kelebek" diye...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder