9 Ocak 2021 Cumartesi

Gençlik başımda duman


Emekli veteriner Hüseyin Bey, artık günlerini evde geçirmenin verdiği huzurla balkonda bir yandan gazetesini okuyor, bir yandan kahvesini yudumluyordu. Eşi Nurhan Hanım balkona girdiğinde derin bir of çekti. Kafasını gazeteden kaldırıp “Hayırdır” der gibi baktı Hüseyin Bey.

“Bizim küçük oğlana sıkılıyorum bey” dedi eşi. “Biliyorsun ergenliğe girdi gireli içine kapandı zaten. Şimdi de ağabeyiyle konuşurken duydum, sivilcelerini dert ediyormuş. Şu corona illeti yüzünden okullar kapalı olduğu için seviniyormuş. Çünkü sivilceli haliyle okula giderse herkes onunla alay edermiş.”

“Hay Allah. Ne yapacağız ki? Ağabeyi anlatsın, bak bende de vardı ama şimdi yok. ‘Geçecek’ diye. Biz söylesek tepki gösterecek” dedi Hüseyin Bey. Ama böyle çaresiz hissetmek bir baba olarak üzmüştü.

Bu sırada Mert, odasında oturmuş, yarınki ödevlerini yaparken bir yandan da hayaller kuruyordu. En büyük hayali gitar çalmaktı. Hatta gitar da almıştı bunun için harçlıklarından biriktirip. Ama corona nedeniyle evlere kapanınca ders almak da hayal olmuştu. Tam o sırada sıkıntıdan ve ergenlik yüzünden yüzündeki sivilceler çoğalmış, çoğaldıkça daha sinirli ve kötümser olmuştu.

Ara sıra internetten gitar çalmayı öğreten sitelere giriyor, videolar izleyeyim diye oturuyor, sonra kendi kendine sinirlenip bilgisayarda oyun oynamaya başlıyordu. O zamanlar eline çekiç alıp gitarı parçalamak geçse de içinden tutuyordu kendini. Vurdulu kırdılı oyunlarla atıyordu sinirini.

Seneye üniversite sınavına girecekti ve yüzündeki sivilcelerden kurtulamazsa sınava girmekten bile vazgeçmeyi düşünüyordu. Tabii ailesinin henüz bundan haberi yoktu.

Evlenip başka şehre yerleşen ablası Nehir, ağabeyi Kerem onun yaşlarındayken bu kadar sivilceli miydi bilmiyordu. Ağabeyi “Benim de vardı, ama bak zamanı gelince geçti. Tek yapman gereken yüzünü her zaman temiz tutmak” diyordu ama o yine de anlaşılamamaktan yakınıp sinirleniyordu. Temiz tutmakla, yıkamakla geçmeyecekti onun sivilceleri. O şanssızdı. Tüm ergenler gibi dünyayı yıkmak istiyordu.

Üniversite son sınıftaki ağabeyi de derslerine online devam ediyordu ancak sınavlara çalışmak için mahalledeki kütüphaneye gidiyordu son günlerde. Orada ergenlerle ilgili bir kitap çarptı gözüne. Şöyle bir karıştırmak için aldı eline, ama ders çalışmayı bırakıp onu okumaya devam etti.

Kardeşinin bu yaşlarda spor yapmaya, hobi edinmeye ihtiyacı vardı içindeki enerjiyi atmak için ama aksi gibi corona yüzünden eve tıkılmıştı herkes gibi.

Aklına birlikte bazı spor aktiviteleri yapabilecekleri geldi. Spor Akademisi’ne giden arkadaşını aradı kütüphane çıkışında. Ondan bu konuda bilgi aldı. Heyecanla eve geldi. Hemen kardeşi Mert’in yanında aldı soluğu. “Mert, aylardır evde çok hareketsiz kaldım. Sen de öyle. Ben evde de olsa spora başlayacağım ama tek başıma motive olamam. Bana katılmak ister misin?” diye sordu. Evde bütün gün oturmaktan ve sadece oyun oynamaktan sıkılmış olan Mert, kısa bir an düşünüp “Neden olmasın, hayatım çok sıkıcı zaten” diye yanıt verdi. Ondan sonraki gün internet üzerinden arkadaşının gönderdiği hareketleri yaparak spor yapmaya başladılar.

Sporla birlikte yediklerine içtiklerine de dikkat eder olmuşlardı. Daha çok sebze ve meyve yiyip ekmeği ve en önemlisi de abur cuburu azaltmıştı ikisi. Daha çok sağlıklı kuruyemişler, fındık fıstıkla geçiştiriyorlardı abur cubur isteklerini. Anneleri “Aç kalacaklar” diye üzülse de onlara iyi geldiğini fark edip sesini çıkarmaktan vazgeçti. Hüseyin Bey de iki kardeşin sporla başlayan yakınlıklarının getirdiği olumlu gelişmeleri gülerek izliyordu.

İşin gerçeği spor Mert’in moralini düzeltmiş, düzenli beslenmeyle birlikte sivilceleri de sönmeye yüz tutmuştu. Kendindeki olumlu gelişmeyi gören Mert, bu kez daha kararlı bir şekilde internetten gitar öğreten siteye girdi. Bu kez yılmadı. İlk dersin sonunda parmakları ağrıyordu ama ilk kez o gün uykuya dalarken huzurlu ve mutlu hissediyordu. 

Ondan sonraki günler boyunca hem spora, hem de internet üzerinden gitar derslerine devam etti. Ağabeyi de ondaki gelişmeleri görüyor, seviniyordu. O da kardeşinin yaşlarında kendi kendine, arkadaşlarına sora sora gitar çalmayı öğrenmişti. Ama üniversiteye başlayalı eline almıyordu. O akşam, odasında, dolabının üstünde duran gitarı indirdi, akordunu yaptı. Sonra da hatırlamak için ellerini tellerin üzerinde gezdirmeye başladı. Mert, ağabeyinin odasından gelen sesleri duyup odaya doğru ilerledi. Gitar çalarken görünce şaşırmıştı. Ağabeyinin gitar çaldığı yıllarda Mert daha çocuk sayılırdı ve sokaktan eve pek girmezdi. Hemen bir sandalyeye ilişip ağabeyini dinlemeye koyuldu.

Çaldığı şarkı bitince “Vay be süper çalıyormuşsun. Ben kendime boşuna öğretmen arıyormuşum” dedi. Ağabeyi güldü, “Yıllardır elime almamıştım, paslanmışım. Ben de seni çalarken görünce heves ettim. Bundan sonra sporla birlikte, bunu da birlikte çalışalım. Şu corona illetinden kurtulunca da doğru düzgün bir kursa gider geliştirirsin kendini” dedi.

Mert düşündü. Çok değil, üç ay önce her şeyden, özellikle de kendisinden nefret eden o ergen gitmiş, daha olumlu düşünen, kendisine değer veren bir çocuk gelmişti. 

“Ağabeyim olmasaydı, ya da o kötü bir insan olsaydı kim bilir şu anda ne halde olurdum” diye düşündü. Sonra ağabeyiyle birlikte en sevdikleri “Gurbet” şarkısını çalmaya başladılar, kapıda anne ve babalarının onları gururla seyrettiğinden habersiz…

Mutluluğun resmini çizmek




(Biricik ilham perim Azra’ya…)

Yağmur yağıyordu. Hem de bardaktan değil, kovadan boşanırcasına. Feriha otobüsten inip çantasında taşıdığı küçük şemsiyeyi çıkarana kadar sırılsıklam olmuştu bile. Neyse ki otobüsten inince eve çok yürümesi gerekmiyordu. Markete uğraması gerektiği aklına gelince bir an durakladı. “Çok acil bir şey yoktu, yarın çıkarım artık alışverişe” diye geçirdi aklından. Hızlı hızlı yürümeye devam etti. Apartmana gelince şemsiyeyle zar zor da olsa açtı kapıyı. Posta kutularının olduğu yere doğru baktı. Kutu dolu gözüküyordu. Kalbi hızlandı. Hemen anahtarını çıkarıp açtı. Üç, dört tane zarf vardı. Beklediği zarf olup olmadığını bilmeden hepsini büyük çantasının içine koydu. Asansöre binip hızla evlerine gitti. İçeri girdiğinde üstünden damlayan sular açık renkli halının üstünde lekeler bırakıyordu ama onu bile umursamadı. Üstündekileri ve şemsiyesini portmantoya gelişi güzel bıraktı, hemen ellerini yıkayıp çantasındaki zarfları çıkardı.

Günlerdir heyecanla posta kutusuna bakmasının nedeni bu hafta açıklanması gereken üniversite yerleştirme sonuçlarıydı. Kızı Azra’nın sınav sonucunu bekliyordu heyecanla… Zarfları hızlı hızlı gözden geçirdi. Yoktu yine. Telefon şirketinden bir fatura ve iki de banka ekstresi… Oflayarak kalktı oturduğu üçlü koltuğun ucundan. Üstünden çıkardıklarını askıyla banyoya, küvetin üstüne astı. Üstünden damlayan suların oluşturduğu lekeleri sildi.

Akşam yemeğinde kızı patatesli börek istemişti. Patatesleri alıp camın kenarındaki sehpanın yanında duran tekli koltuğa oturdu. Camdan baktı. Havanın griliğinde her şey daha kasvetli göründü gözüne… Yine böyle patates soyduğu bir güne gitti aklı. 

O zamanlar liseden mezun olmasına bir ay kalmış genç bir kızdı. Annesine yardım ediyordu mutfakta. Liseden sonra üniversiteye gitmek, resim bölümüne girmek istediğini anlatıyordu annesine. Annesi hiç tepki vermeden dinliyordu. Kocası ve oğullarının, Feriha'nın üniversiteye gitmesini istemeyeceğini biliyordu. Evde fazla söz hakkı yoktu. Kızı nasılsa olmayacağını kendisi görürdü. O yüzden şimdiden terslemeye içi elvermedi. “Hayırlısı” dedi, sonra konuyu değiştirdi. Feriha heyecanı içinde kalmış bir şekilde devam etti yaptığı işe…

Babasıyla samimi değildi. Ağabeyleri babalarıyla her konuyu, istedikleri gibi konuşurdu ama o ne ağabeyleriyle, ne de babasıyla konuşabilirdi. Yine de bu üniversite meselesini konuşmak istiyordu. Ondan sonra ne olacaksa olsundu.

Bir pazar günü, ağabeylerinin neşeli olmasını fırsat bilerek konuyu açmak istedi, “Senin peşinden biz de üniversitelere gelemeyeceğimize göre, sen de gidemezsin. Hem ne olacaksın okuyup da ünlü bir ressam falan mı?” diye bir de dalga geçti iki ağabeyi de… Onlar böyle söyledikten sonra babası hayatta izin vermezdi. İlk kez o gün üniversiteye gidemeyeceğinin farkına vardı ve gece boyunca ağladı. Dersleri daha kötü olan arkadaşları bile, hem de ailelerinin desteğiyle üniversite sınavına hazırlanıyordu. O sınavlara bile girmeyeceğini nasıl söyleyebilirdi ki?

Liseden mezun oldu. Mezuniyet törenine gitmesine izin vermediler. “Hiç değilse çalışayım” dedi, babası “Otur evinde, hem yakında istemeye gelecekler seni” diye yanıt verdi. Bir kere daha dağıldı kalbi.

Üç ay sonra babasının askerlikten tanıdığı bir adamın oğluna istediler Feriha’yı. Kötü birine benzemiyordu. Zaten ona soran da yoktu. Neyse ki adam evlenmeden önce Feriha’yı tanımak istemiş, dışarıda konuşup görüşmek için de Feriha’nın ailesinden izin almıştı. Tanışmak için çıktıklarında adamın aslında iyi bir insan olduğunu, kendi anne babasını üzmemek için bu işe evet dediğini, onu görünce de bu fikre o kadar da soğuk bakmadığını öğrendi. Gel zaman git zaman o da ısındı adama. Evlendiler. 

Kocası Adem, bir devlet dairesinde memurdu. Tayini çıkınca İstanbul’a gittiler. Ancak iki yıl sonunda hala çocukları olmayınca Feriha kendini kötü hissetmeye başladı. Amaçsız, boşlukta… Kocası “Üniversiteye gitmeye ne dersin?” deyince içinde solmuş çiçekler yeniden tomurcuklandı. 

Dört yıllık bir üniversiteye gitmek istese de “Çocuk olursa zor olur” diyerek iki yıllık Adalet Meslek Yüksekokulu’nu seçti. Mezun olunca da adliyede katip olarak işe başladı. Okul ve iş heyecanı bittikten sonra yine çocuk meselesi aklını kurcalamaya başladı. Kocasına “Artık doktora gidelim, yıllar geçiyor” dedi. Tedavilerle geçen birkaç yılın ardından tam ümitlerini kesmeye başladıkları bir zamanda da kızları Azra katıldı aralarına.

Bunları düşünürken dalmıştı. Bıçakla eline küçük bir delik açınca kendine geldi. “Hava iyice kararıyor, gelmek üzeredir” diye düşündü. Kızının ressam olmasını istiyordu, yıllar önce onun yapamadığını yapsın, resimler çizsin istiyordu. Tam bunları düşünürken telefonundan gelen mesaj sesiyle irkildi. Azra’dandı. “Anne ben arkadaşlarımla kahve içerken vaktin nasıl geçtiğini anlamamışım. Şimdi yoldayım, merak etme” diye…

Eşi Adem bey iki yıl önce ani bir kalp kriziyle onları bırakalı beri tek dayanağı kızıydı. Ailesiyle mecbur kalmadıkça görüşmüyordu. Bayramdan bayrama aramakla yetiniyordu. Zaten ağabeyleri de evlenip başka başka şehirlere gitmişti. Onların da Feriha’yı merak ettiği yoktu pek.

Kendi emekli maaşı, eşinden kalanlar ve evin de kendilerine ait olmasıyla ekonomik olarak sıkıntı çekmiyorlardı. Ama boş kalınca kendini yararsız ve amaçsız hissettiği için emekli olduktan sonra bir klinikte telefonlara bakarak çalışmaya devam ediyordu.

“İnşallah çok geç kalmaz” deyip mutfağa geçti Feriha. Böreği hazır etti. “Gelince pişireyim de sıcak sıcak yiyelim” dedi içinden. O sırada kapının zili çaldı. Azra da en az kendisi kadar ıslanmış şekilde kapıda dikiliyordu. “Oy sen ıslandın mı kuzum” diye aldı içeri kızını. O üstüne çeki düzen verirken fırını ısıtmış, börekleri atmıştı içine.

Azra salona gelip muhabbet kuşlarıyla oynamaya başlayınca yanına gitti. “Sınav sonuç belgen hala yok, bir sorun mu var acaba?” dedi. Azra, gözlerini annesinden kaçırdı. İlk kez böyle yapıyordu. Merak etti Feriha. “Ne oldu? Bana söylemediğin bir şey mi var?” dedi.

Azra, “Anne ben ressam olmak istemiyorum” deyiverdi. Ne zamandır söylemeyi isteyip de bir türlü söyleyemediği cümlenin çıkmasıyla da rahat bir nefes verdi. “Tamam resim çizmeyi seviyorum ama ben İngiliz dili ve edebiyatı okumak istiyorum” derken hızlı hızlı konuşuyordu. Sanki yavaşlarsa bir daha konuşamayacak gibi…

Feriha ne diyeceğini bilemez bir halde koltuğa oturdu. Hep kızının ressam olacağını düşünmüş, bu hayalle yaşamıştı. Neredeyse hayatının tek amacıydı son iki yıldır. Ama şimdi kızı o amacı elinden almaya çalışıyor gibi gelmişti ona. Kızı dizlerinin üstüne oturup gözlerindeki yaşları silince ağladığını fark etti. “Anne, biliyorum senin çocukluk hayalindi ama benim hayallerim başka” dedi. “Sen niye çalışmayı bırakıp resim kursuna gitmiyorsun. Çok güzel kurslar var. Kendi hayallerini geç de olsa kendin gerçekleştir. Ben de seninle gurur duyayım.”

“Olur mu ki öyle?” diye düşündü Feriha. 48 yaşındaydı. Birçok şeye geç başlamış ama yapmıştı o. Üniversiteye herkesin mezun olduğu yaşlarda gitmişti. Çalışma hayatına başladığında da çok genç sayılmazdı. Ama başarmıştı. Herkesin sevdiği, saydığı bir çalışan olmuştu her zaman. Yüreği pırpır etti. Tıpkı liseden mezun olmasına günler kala duyduğu sevinci hissetti kalbinde.

Azra da çantasından bir broşür çıkarmakla meşguldü. “Arkadaşımın annesi bu resim kursuna gidiyormuş. Hocalarından çok memnunmuş. Hatta bir de sergileri açılacakmış. Burada davetiye de var. Hem sergiyi gezersin, hem bilgi alırsın, ne dersin?” dedi. 

Broşürü alırken genç kız Feriha olmuştu yine… Umut dolu. “Tolstsoy’un bisikleti” diye sayıkladı. “Tolstoy 67 yaşında öğrenmiş bisiklete binmeyi biliyor musun? Ay bu yaştan sonra olur mu dememiş. Hiçbir şey için geç değildir anlamına geliyormuş. Adliyede çok sevdiğim hakim bir hanım vardı, o anlatmıştı. O da emekli olduktan sonra koroya yazılmıştı. O zaman anlatmıştı Tolstoy’un bisikletini.”

Azra annesini bu kadar kolay ikna ettiği için mutlu, mutfağa doğru koştu. Ama koşarken bir yandan da gülüyordu. Çünkü onlar lafa daldığı için yanmaya yüz tutmuş böreği kurtaramazsa bu gece peynir ekmeğe talim edeceklerdi.