19 Aralık 2020 Cumartesi

Ben hiç ergen olmamışım ki!


Sabırsızca saatime baktım. Karşı komşum Mahmure teyzenin o akşam yapacağı yemeklik malzemesini alıp balkonuna çıkmasına az bir zaman kalmıştı. Hiç aksatmazdı. Saat ayarınızı onunla yapabilirdiniz, o derece… Ben de sabah kahvemi yapıp balkona çıkmıştım. Tam vaktinde göründü Mahmure Teyze… Elinde ayıklayacağı taze fasulyenin torbası, boş bir plastik kap ve bıçakla… Önce onları bıraktı masasına. Sonra içeri gitti hafif aksayarak. Bu kez elinde sigarası ve kendine özel küçük küllüğüyle çıkageldi. Balkonunda küçük oğluyla gelininin hediye ettiğini söylediği küçük televizyonu açtı. Sesini ayarladı. Kulakları ağır işittiği için sesi yine sonuna kadar açmıştı. Ben bile rahatça duyuyordum. Sandalyesine oturunca beni gördü. Elini kaldırıp selam verdi. Ben de elimdeki kahve fincanını hafiften kaldırarak selamladım onu, “Günaydın” diye de seslendim.

Büyük şehirlerdeki birbirine yakın apartmanlarda oturuyorduk karşılıklı… Arada bütün binaların ortak alanı gibi duran beton bir bahçe vardı. Ama sesimiz birbirine ulaşıyordu.

Tam fasulyesini ayıklamak üzere eline bıçağını almıştı ki, “İşin yoksa ve ikinci kahve dokunmazsa bana gel, birlikte içelim. Ben daha içemedim ortalığı toplamaktan vakit bulup” dedi. Onunla sohbeti çok seviyordum. Katmanları olan bir hikayeyi yaşayanından dinlemek gibiydi onu dinlemek.
“Ben de bu kahveden bir şey anlamadım zaten, soğumuş içeri gidip gelirken” dedim. Hep böyle balkondan balkona konuşuyorduk. İlk kez gerçek anlamıyla muhabbet edecektik.

Ocağı kontrol ettim. Ev zaten sabah erken kalkıp toparladığım için derli toplu duruyordu. Akşam yapacağım yemek için malzemem de hazırdı. Üstümü başımı toparladım, balkonda oturacağımız için ne olur ne olmaz diyerek üstüme bir de hırka aldım. Karşı binaya geçmek için yola koyuldum.
Seslenecek kadar yakında otursak da bir caddeden öbürüne geçmek gerekiyordu. Çok da yavaş olmayan adımlarla çabucak bitirdim aradaki mesafeyi. Kapıyı çaldım. Ağır ağır kalkacağı için geç açar diye bekliyordum ama hemen açıldı. Sanırım beni kapının yanında bekliyordu.

Hoş geldin, beş gittin sohbetinden sonra balkona geçtik. “Bir bıçak da bana ver, ben de ayıklayayım Mahmure Teyze” dedim. Gülerek yüzüme baktı. “Ben kenarlarının tamamını alıyorum. Herkes gibi uçlarından alıp bırakmam. Öyle yapacaksan vereyim, yoksa boş ver” dedi. Dobralığına hayrandım. “Ben de sadece uçları alınmış fasulyeyi yiyemem. Bak bir tane ayıklayayım beğenirsen devam ederim” dedim. Sonra, ilk fasulyeden geçer not vermiş olacak ki, küçük bir bıçakla geldi. Fasulyeler hızla azalıyordu. İşimiz bitince ikimize de kahve yapmak için kalktım. O sırada balkondaki televizyonda her gün yayınlanan kadın programlarından biri başlamıştı. Konuk olan uzman psikolog ergenlerle yaşamak hakkında bilgi veriyordu. “Ergenlik yaşı 11-21 yaş arasında 10 yıl artık” diyordu uzman. Yıllar içinde ergenlik döneminin nasıl uzadığından söz etti. Hatta ikinci dünya savaşına kadar ergenlik diye bir kavramın olmadığını, sadece buluğ çağı olduğunu anlattı. Her şey gibi Amerikan icadıydı ergenlik de…

Mahmure Teyze bunları dinlerken sesli bir kahkaha koyuverdi. O sırada kahveleri götürmüş, “Neye gülüyorsun Mahmure Teyze” diye sormuştum. Televizyonun sesini kıstı. “Benim torunların çocukları ergen olmuşlar. Ondan nerede böyle program olsa izliyorum valla. Onları anlamak lazım” dedi. “Peki neden gülüyordun?” diye yineledim sorumu. “E kızım ben hiç ergen olmamışım onu anladım, ona gülüyordum” dedi.

“Nasıl yani?” deyince başladı anlatmaya…

“İlk doğduğumda gözlerim yumuk yumukmuş. Açamıyormuşum. O yüzden babaannem ‘Bu kız gözlerini bile açamıyor, çok mahmur bakıyor. Adı Mahmure olsun’ demiş, adımı koyuvermiş. 86 yıl öncesi… İyi yine daha komik bir isim koyabilirdi” dedi, yine güldü Mahmure Teyze… Kaldığı yerden anlatmaya devam etti:

“Sonraki yıllarda da pek açılmadı gözüm. Bizim oralarda pamuk tarlaları vardı. 10 yaşına gelince okuldan aldılar. Dördüncü sınıfa geçecektim ama tarlada çalışacak adam lazımdı. Benim de küçük ellerim gayet uygundu. Okuldan alıp tarlaya onlarla gitmeye başladım.”
Baktım gözlüklerini indirmiş bana bakıyor. “Kahveni yine soğutmuşsun bak” dedi, kızgın olmaya çalışan bir sesle. “Öyle güzel anlatıyorsun ki, unuttum kahveyi içmeyi” diye yanıt verdim. Yine o uzaklardan gelen dalga seslerini hatırlatan sesiyle güldü, “Ben de anlatacak insan arıyorum. Madem gönüllüsün devam edeyim” dedi.

“Tarlada çalışmaya devam ederken, şimdikilerin deyimiyle ergenliğe geçmiştim. Boyum uzamış, göğüslerim büyümüş, saçlar da uzun ama örüyorum. Bir zaman sonra, tarlaya gelen işçilerden 18 yaşındaki bir genç beni farklı gözle süzmeye başladı. Kızarıyordum ona bakarken o yüzden de hep gözlerimi kaçırıyordum. 13 yaşım yeni bitmişti. Gel zaman git zaman beni bir yerde yalnız bulup elime bir kağıt sıkıştırdı. Kalbim küt küt atıyordu. Eve gidene kadar kağıdı cebimde sıka sıka buruşturmuştum. Gidip de tuvalette yalnız kalınca açtım. ‘Çok güzelsin, seni seviyorum’ yazmış. Hangi kız o yaşta, ‘güzelsin’ lafına tav olmaz ki… Ben de oldum. Bir yıl sonra kaçırdı beni. Ailem izin vermek zorunda kaldı, evlendik. 15’imde ilk oğlum doğdu.

O tarlalarda çalışırken tarlanın sahibinin gözüne girmiş. Yakışıklıydı köftehor. Kızlarına özel şoför olarak istemiş. Evli diye güveniyor tabii. Kızların da biri 17, biri 19 yaşında. Gel zaman git zaman büyük kız benim kocama gönlünü kaptırmış. Bizimki de ‘yan cebime’ deyince kaçmışlar ikisi. Tarlanın sahibi bir gün bizim derme çatma eve geldi. ‘Durum böyle böyle. Senin boşanman lazım ki, benim kızımla evlensin. Yoksa kocanı öldürmem gerekiyor’ dedi. Öldürmek lafını duyunca bembeyaz oldum. Hemen razı geldim boşanmaya. Sonra tek çocuğumu da alıp baba evine döndüm. Ama evde suratlar bir karış. Ağabeyim benimle konuşmuyor. Babam desen yüzüme bakmıyor. Annem arayı bulmaya çalışıyor ama ne yapsın.

Bir süre evlere temizliğe gittim eve katkı olsun diye. Genç bir öğretmen kızcağız vardı evine gittiğim. Benim dördüncü sınıftan terk olduğumu öğrenince, ‘Dışarıdan olsun bitir ilk okulu’ diye bana cesaret verdi. Ben de geceleri ders çalışarak, o öğretmenin de yardımlarıyla ilkokulu dışardan bitirdim. O sırada bir devlet dairesinde çay dağıtacak birini arıyorlardı, yine o öğretmen aracılık etti, orada işe başladım. 20 yaşında bir çocuk annesiydim ama genç kız gibi görünüyordum. Ya da herkes öyle diyordu, bilmiyorum.

Daireye gelen genç bir adam her geldiğinde farklı bakıyordu. Kötü anlamda değil ama… Bir gün yanıma geldi, adımı sordu. Telaşla çekinip gittim yanından. Baktım bir akşam üstü iş çıkışı yanıma geldi. Elini uzattı. ‘Ben buraya yeni atanan lise öğretmeniyim. Seninle tanışmak isterim’ dedi. Tanıştık. Derken çocuğuma rağmen evlenmek istedi benimle. Kimsesi yokmuş. Çocuk Esirgeme’de büyümüş. Yani çocuklu bir kadınla evlendi diye karışacak pek kimse yoktu. Ailem de benden kurtulduğuna sevinmiş, hemen kabul etmişti. Tayini de çıkınca başka bir şehre gittik. Orada ben dışarıdan orta okul ve liseyi de bitirdim. Dikiş nakış kursuna gitmiştim ve bu konuda çok da yetenekliydim. İnsanlar benim diktiklerimi giyebilmek için sıraya giriyordu adeta. O zamanlar konfeksiyon yok tabii…”

Hafifçe öksürerek ara verdi anlatmaya Mahmure Teyze. “Bir çay demleyelim. Dün torunlar gelir diye yaptığım kek de var, ne dersin?” dedi. “Ben çayı demlerken o da yanımda fasulyeyi yıkıyor, soğanını doğruyordu. Çay demlenince yine balkona geçtik.

“İlk kocamdan olan oğlumdan sonra, iki kız ve bir oğlum daha oldu. Torun torba derken kalabalık bir aile olduk. İlk kocamla evlenirken ben daha çocukmuşum, ama erken olgunlaşmak zorunda kalan bir çocuk. Asıl sevgiyi, ikinci eşimde buldum. 20 yıl önce rahmetli oldu, hala da ilk günkü gibi özlüyorum. Sen sen ol, aşık olduğunu sandığınla değil, gerçekten sevdiğinle evlen” dedi. Ardından yine güldü, “Şimdi anladın mı ben ergen falan olmamışım diye neden güldüğümü… Şimdiki çocukların ergenlik yapıp ailesine kan kusturduğu yaşta ben çalıştım eve katkıda bulundum, evlendim, çocuk büyüttüm. Aslında onunla birlikte ben de büyüdüm. Büyük oğlum ile en küçüğün arasında 20 yaş var. Babası gibi hissettiğini söyler hep. Şimdi söyle bakalım, ben ergen olmuş muyum? Ergenliğim içimde mi patlamış yoksa?”

Böyle söyleyince hak verdim. Sonra benim ergenliğim geldi aklıma. Ben de fazla bir şey yapmamıştım. En fazla bir iki kapı çarpıp odamda müzik dinlemişimdir. Ama sonra “Haydi sofraya yardım etmeye” dendiğinde, içeri gitmişimdir. Şimdiki çocuklar ergenliğin verdiği bütün “yetkiyi” sonuna kadar kullanıyorlar. Ama onlar da haklı… Her şeyin sanal olduğu dünyada bir tek ergenlik gerçekse, onu sonuna kadar kullanacaklar tabii…

* 17 Aralık 2020 tarihinde www.tersdergi.com adresinde çıkmıştır.

13 Aralık 2020 Pazar

Tesadüfün iğne deliği...

Uzun zamandır görmediğim arkadaşım, yurtdışındaki tatil dönüşünde bana uğramıştı o akşam. Ballandıra ballandıra gittiği tatili anlatıyordu. Birden durdu, “Asıl sana hayatımın en büyük tesadüfünü ve rezil olmamı anlatmadım” dedi. Tatilde, çok sevdiği bir aktör ile karşılaşmış. Konuşmak istemiş ama ana dili gibi bildiği dili unutmuş, adeta “kal” gelmiş. Adam da yanından geçip gitmiş. O güldükçe ben daha çok gülmeye başladım. Öyle ki artık kahkahalarıma engel olamıyordum. Bozuldu biraz, “Tamam komik ama o kadar da değil” dedi. Gözümden gelen yaşları sildikten sonra, “Benim de aklıma yaşadığım, -insanlık için küçük ama benim için büyük- tesadüf geldi, seninkini bıraktım ona gülüyorum” dedim. İş hayatında uzun yıllardır arkadaş olsak da, üniversitede başımdan geçen bu tesadüfü ona anlatmamıştım. Başladım anlatmaya…

Üniversite son sınıfta final sonuçlarının açıklanma haftası. Hepsinden “geçer” notlar almışım, mezuniyete az kalmış. En son İnkılap Tarihi açıklanacak. Liste duvardaki panoya asılmış. Önü tenhalaşınca gidip baktım. Herkesin notu var, benim ismimin karşısında koca bir boşluk. “Ama nasıl olur” dedim kendi kendime, “Ben o sınava girdim. Kötü de olsa bir not olmalıydı.”

Öğrenci bürosunda aldım soluğu. Şimdi hâlâ öyle mi bilmiyorum. Öğrenci bürosundaki memurlar, burunlarından kıl aldırmazdı o zamanlar. Üniversitedeki profesörlerden daha burnu havadaydı. Bir şey mi sordun, canı isterse cevap verir, istemezse vermez. Derdimi anlattım. “Hocana sor” dedi. İyi de hoca hukuk fakültesinden gelen profesör. Bizim binada bile bulunmaz ki! “İyi işte, hukuk fakültesinden ara sor” deyip yolladılar. Zar zor telefonunu buldum. Bir de nasıl çekingenim o yıllarda. Kalp çarpıntıları eşliğinde aradım. Açan sekretere hocanın ismini verdim. Cevap “Tatile çıktı” oldu. Benim de başımdan aşağı kaynar sular döküldü.

Baktım bu işi halledemedim, yaz boyunca ders çalışacağım kesin oldu. “Bari dersler başlamadan bir tatile gidelim” dedi babam. Bodrum’da bir devremülk kiraladık. Gittik. Yerleşir yerleşmez de deniz kıyısına gittik. Oturduk, güneşleneceğiz. Sol yanıma bir kafamı çevirdim. Benim gökte aradığım İnkılap Tarihi hocası, plajda yanımda güneşleniyor. “Adamı düşünmekten halüsinasyon görmeye başladım artık” diye düşündüm, “Herkesi ona benzetiyorum.” Akşamüstü kardeşimle sitede yürüyüşe çıktık. İstanbul plakalı bir araç çarptı gözüme. Camında da kocaman bir kimlik kartı. Hukuk Fakültesi’ne ait. Benim hocanın resmi ve ismiyle… “Tesadüfün iğne deliğinden ipliği geçirmiştim” de bana ne faydası olacaktı.

Annem ısrarla “Git konuş, hallet” diyor, ben “Binlerce öğrencisinin içinde beni de şıp diye hatırlar” deyip çekiniyordum. Velhasıl o 15 gün, mucize gibi bir tesadüfü heba ederek geçti. Ben adamın yanına bile yaklaşamadım. İstanbul’a döndük.

Döndüğüm gibi de ders çalışmaya başladım. Bütünleme tarihi geldi, okula biraz erken gittim. Öğrenci bürosunda, diğerlerine nazaran daha “iyi” olan memur vardı şansıma. Ona söyledim, “Benim sınav notum boştu listede” diye… “Hocaların yazdığı not defterine baktın mı?” dedi. Öyle bir şeyin varlığından bile haberim yoktu ki, bakayım. Yalvar yakar, “Bakabilir miyim?” dedim. Bir iki mırın kırın ettikten sonra kocaman defteri açtı. Adımın karşısında bu kez 75 gibi bir not ve yanında da “geçti” yazısını gördüm. O günkü sevincimi kelimelerle anlatamam. Tamam dersi boşu boşuna çalışmıştım ama en azından sınav stresini yaşamadan eve dönmüştüm.

Arkadaşım dinledikten sonra “E işte sana da kal gelmiş, hocayı dönüşte niye bir daha aramadın ki?” dedi. Ders çalışmaya başladıktan sonra bir daha aramak aklıma bile gelmemişti. Sanırım kaderime razı olmuştum ama kaderim benim boşuna sınava girmeme razı olmamış ki, bana son anda o deftere baktırmıştı.

Arkadaşıma baktım ve “Olsun bak, bana anlatacak anı oldu, güldük” dedim. İnsan hayatı da bu “anlatmaya değer” küçük anlardan ibaret değil miydi?

* www.tersdergi.com adresinde yayımlanmıştır.