28 Mart 2021 Pazar

Dedektif lazım mı?



Suç ve dedektiflik dizilerini, özellikle de Sherlock Holmes gibi kült kahramanların yer aldığı kitapları seviyorsanız, özel dedektiflerin ne iş yaptığını az buçuk biliyorsunuz demektir. Kayıp insanların ve eşyaların peşine düşerler, cinayetlerde polisin bile göremediği ipuçlarını araştırırlar. Yurtdışında özel dedektiflik en az polis dedektifliği kadar ‘itibarlı’ bir iştir dizilerde. Hatta çoğu zaman polisin çözemediği olayları çözerler.

Tamamen tesadüf eseri, Türkiye’de de özel dedektifliğin hayli yaygın bir iş kolu olduğunu öğrendim. Google’a ‘dedektif’ yazdığınızda ilk etapta 32 adrese ulaşabiliyorsunuz. Hatta içlerinden birisi Sir Arthur Conan Doyle tarafından yazılan hayali dedektif kahraman Sherlock Holmes’un adını taşıyor.

Ama daha ilginci, gündelik temizlikçi, boyacı gibi hizmetlere ulaşabilmek için kullanılan ve adını bir meyveden alan sitenin sizi özel dedektiflerle de buluşturması. Sayfada “İstanbul civarında 209 özel dedektif bürosu hizmet vermeye hazır” şeklinde bir yazı karşılıyor sizleri. Dedektiflerin kendilerini tanıtan bölümler ve yanda da onlardan hizmet alanların yorumları var.

Pekiyi, ne gibi hizmetler veriyorlar bu özel dedektifler?

Eş takibi, boşanma davaları için delil toplama, velayet davaları için delil toplama, tehdit, şantaj altındakilere yardım, adres tespiti, borçlu tespiti, öğrenci takibi, her türlü fiziki ve bilişim dolandırıcılığı, teknik sanal takip, personel takip ve araştırması, sahte marka dedektifliği, kurumsal denetim-firma analizi, hukuksal danışmanlık, VIP koruma, kayıp şahısları bulma, böcek ve gizli kamera tespiti, malvarlığı tespiti, itibar yönetimi, veri kurtarma ve benim en ilgimi çeken ‘evlilik öncesi araştırma.’

Hatırlarsınız Zerrin Özer geçen yıl Murat Akıncı ile evlendi. Ardından iki kadın TV ekranlarına çıkıp Akıncı’nın kendilerini evlendirme vaadiyle dolandırdığını iddia etti. Özer de evliliğinden 36 saat sonra boşanmaya karar verdi.

O günlerde Seda Sayan “Uzun zamandır tanıştığım erkeklerden TC No istiyorum. ‘Ayıp olur’ diyorlar, onlar yalan söylüyor ayıp olmuyor, ben yapınca mı olacak?” deyince günlerce magazin sayfalarına konu oldu.

Özel dedektifler ve dedektiflik büroları evlilik öncesi araştırmayı da yaptığına göre, dolandırıcı eşler tarihe gömülmeli diye düşünüyor insan. Ama ne yazık ki sık sık evlendikleri kişiler tarafından dolandırılanlar haber olarak düşüyor gazetelere… Demek ki dedektiflerden haberleri yok! Paraları yok diyemeyeceğim çünkü dolandırıldıklarına göre paraları da yok değil.

Çoğu özel dedektiflik bürosunda, eski MIT, jandarma, hukukçu ve polislerle çalıştıklarını görüyoruz. Ancak bu bürolar kendi elemanlarını yetiştirecek kurslar da açabiliyor. Tabii bu kurslara katılabilmek için sabıkasız olmak gibi küçük bir şart var. Bir de belirli kişisel özellikleri taşımak.

Dedektiflik büroları da dedektifiz diyerek ‘dolandıranlardan’ şikayetçi. Genellikle kendi internet sitelerinde vatandaşları, bu kişilere karşı da uyarıyorlar.

Yasa iade edilmiş ama kadük olmamış 

Ya Türkiye’deki özel dedektifliğin hukuki boyutu ne? Türkhukuksitesi.com’a göre, 1994 tarihli 3963 sayılı Özel Dedektiflik Kanunu, TBMM’ce kabul edilip yasalaşmasına müteakip, resmi gazete yayınlanmak üzere Cumhurbaşkanlığına yollanmış, ancak Anayasamızın 89. maddesi uyarınca, bu yasa bir kez daha görüşülmek üzere TBMM’ye geri gönderilmiş. Maalesef bir daha TBMM’de görüşülmemiş ve tasarı veya teklif niteliğinden çıkıp TBMM Genel Kurulu’nda kabul edilip kanunlaştığı için de kadük olmamış. Dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel.

Yasanın “Silah Taşıma ve Kullanma Yetkisi” başlıklı 16. Maddesi’nde “Özel dedektifler bu kanunla verilmiş görevlerini yaparlarken silah taşıma yetkisine haizdir. Özel araştırma görevlisi kendilerine özel silah kullanma belgeleri ile verilen demirbaşa kayıtlı silahlarını korudukları bina, tesis ve kuruluşlarda taşıyabilirler” deniliyor.

Yasanın Cumhurbaşkanlığı’nca iade edilme gerekçelerinde  ‘silah taşıma yetkisi’ni de görüyoruz. Buna göre, silah kullanma yetkisinin yönetmeliğe bırakılmasının benzer yasalara aykırı olacağı belirtilmiş.

İade gerekçelerinde özel dedektiflerin sadece içişleri müfettişleri ile il komisyonunca denetlenip adalet müfettişlerince denetlenmemesinin denetimin yetersiz kalmasına neden olacağı belirtilmiş. Ayrıca ruhsatsız özel dedektiflik yapanlara verilen cezaların da yetersiz olduğu ve caydırıcı olmadığına dikkat çekilmiş. Özel dedektifliğe kabul ve görevden uzaklaştırmalarda, kurul kararlarının bakan onayına sunulmamasının da sakıncalı olacağı belirtilmiş.

Bir de küçük not: Dedektiflerin kullandığı birçok alete, nini GPRS araç takip cihazı, mıknatıslı araç takip cihazı vs. internetteki alışveriş sitelerinden ulaşmak mümkün. Hani makyaj malzemesi, mutfak malzemesi aldığınız sitelerden. Fiyatlar kullanılan aletlerin kalitesine ve işleyişine göre değişiyor. Ancak, dedektifçilik oynamak isteyenler için her şey mevcut!

Ya aynı kaderi paylaşsaydım!



Aylin Sözer, Selda Taş ve Vesile Dönmez… 29 Aralık günü bu üç kadının yaşam hakları ellerinden alındı. Hem de canice. Aylin Sözer ilk açıklamalara göre “sevgilisi olduğu iddia edilen” bir “erkek” tarafından önce boğazı kesilerek, sonra da yakılarak vahşice katledildi. Selda Taş, 38 sabıkası bulunan kocası tarafından pompalı tüfekle öldürüldü. Vesile Dönmez de oğlu tarafından…

Hepsine ayrı ayrı çok üzüldüm. Aylin Sözer’in cinayeti ise beni daha çok kahretti. Çünkü Aylin Sözer’in cinayetini çok “duyarlı” geçinen bazı isimler bile hemen “erkek arkadaşı” tarafından öldürüldü diye verdiler. İddia olarak bile değil! Oysa o kendini savunamayacak, “Hayır, o adam benim erkek arkadaşım falan değildi” diyemeyecek!

80’lerin sonunda, üniversitedeyken bu kaderi paylaşmaktan kılpayı kurtulmuş biri olarak her kadın şiddetinde daha çok ürperiyorum. O yıllarda bizim bölüme 350 öğrenci alınıyordu. Çoğunu tanımıyordum bile. Adını bildiğim kişilerin sayısı onu geçmezdi! Ayrıca okuldan eve, evden okula giden bir öğrenciydim. Yani bazılarının dediği gibi “aranmıyordum”. Buna rağmen üçüncü sınıfın başlarında bir gün aynı derslere girdiğim için tanıdığım kişilerle dersler hakkında konuştuktan sonra, karşıma “bizim sınıftan olduğunu söyleyen” bir “erkek” dayandı. Üstelik başka hiçbir şey söylemeden direkt, “Niye o erkeklerle konuşuyorsun?” diye hesap sordu. O hastalıklı beyninde çoktan ikimizi sevgili ilan etmiş, bana hesap sorma aşamasına geçmişti! O andan sonra da her saniye beni taciz etti. Okulun polisinden yardım istediğimde “Ben karışmam” cevabı aldım. O cevabı alınca pis sırıtış eşliğinde daha da arttıdı tacizlerini.

Sırf onun yüzünden sınavdan sınava zor bela okula gittim. Derslere zorunlu olmadıkça girmedim! Zorla çantama mektuplar tıkıştırmalar, adımı okuldaki tahtalara yazmalar… Ölmek istediğim günlerdi. Her an her yerde karşıma çıkıyordu. Bir gün kelimenin tam anlamıyla delirip üstünde şemsiye bile kırdım. Ama pes etmedi.

“Evinin orada oturan arkadaşlarıma seni izletiyorum” dediği için bir süre evden bile çıkamadım. Tam o günlerde Ege Üniversitesi’nde benimle aynı bölümde okuyan bir genç kız, aynı şekilde, kendisine platonik aşık olan bir “sapık” tarafından öldürüldüğünde korkularım daha da arttı. Paronayak bir şekilde arkama bakmadan yürüyemez oldum. Ders notlarım etkilendi. İçime kapandım.

Son sene sadece sınavdan sınava gittiğim okulda bütünlemeye kalmamak için dualar ettim. Sınav notumu işlemeyen görevliler yüzünden bir dersten bütünlemeye kaldığımı sanıp gittiğimde öğrenci bürosundaki görevli kadın “Seninki ölmüş” diye bir haber verdi. Önce anlayamadım bile benimki kimdi? Sonra adını söyledi de anladım. O an şoke olmuştum ve herkesin onu “benimki” olarak bilmesine bile tepki veremedim.

Şimdi düşünüyorum da, eğer o önce ölmeyip beni “öldürseydi” arkamdan bir de “Sevgilisiymiş, kim bilir ne yapmış çocuğa” diyeceklerdi! Kendimi asla temize çıkaramayacaktım. Nereden mi biliyorum, okul çıkışı o sapıktan kurtulmak için bir tanıdığımızın işyerine gitmiştim. O da peşimden geldi. Ve beni bebekliğimden beri tanıyan o tanıdık, “Ne yaptı, sana kuyruk mu salladı?” diye sordu.

O soruyu soran “tanıdığımı” asla affetmedim. Ve dehşetle fark ettim ki, beni tanıyanlar bile öyle düşünüyorsa, tanımayanlar kim bilir ne düşünecekti? Ve bu bende, her “kadın cinayeti”nden sonra, “kendini savunamayacak” her kadın için kapatılmayacak bir yara oldu. Olmaya da devam edecek!

Doğum günü mesajınızı ünlü bir isim versin ister misiniz?



Diyelim ki sevgilinizin, eşinizin, patronunuzun ya da çocuğunuzun doğum günü, ya da bir yıldönümü kutluyorsunuz. Ve hiçbir yerde bulunamayacak özel bir hediye vermek istiyorsunuz. Para sorununuz da yok. Teknoloji ile girişimciliği bir araya getiren bazı adresler, ünlü isimlerin, sizin için sevdiğinize özel ‘kişiselleştirilmiş’ videolar hazırlamasına aracılık ediyor.

O ünlü isimler arasında kimler yok ki… Pandemi nedeniyle sahneye çıkamayan şarkıcılar, oyuncular, televizyon programcıları, futbol yorumcuları, futbolcular, voleybolcular, doktorlar… Bitmedi, astrolog, sunucu, yazar, sosyal medya fenomenleri ve youtuberlar.

Şirketle sözleşmeyi imzaladığınızda, bu videoları asla ticari amaçlarla kullanmamayı, tanınmış kişinin itibarını zedeleyecek şekilde kullanmamayı ve kullanımına katkı sağlamamayı taahhüt ediyorsunuz. Tanınmış kişinin isteği kabul ya da reddetmesi için 48 saati var. Tanınmış kişi isteği kabul ettiği takdirde 48 saat içinde videoyu hazırlıyor.

Sözleşmede, tanınmış kişinin, video içeriğini verdiğiniz ana konu ile bağlantılı olsa da verdiğiniz talimat ve isteklerinizin aynısı olacak şekilde hazırlamak zorunda olmadığı belirtiliyor. Ayrıca bu videoların tanınmış kişinin ve 3. kişilerin haklarını ihlal edilecek şekilde kullanılması da yasak. Aksi takdirde Şirket ve tanınmış kişilerin dava açma ve içerik kaldırma, engelleme hakkı var.

Bu işi yapan iki şirket var internette. İlk başlatan şirketteki ‘tanınmış kişi’ sayısı daha fazla. (19 Ocak 2021 itibariyle 225 idi. Ancak her an yeni ünlüler eklenebiliyor) Fiyatlar da bin 250 ile 30 lira arasında değişiyor. Mesela o listedeki tanınmış kişilerden şarkıcı-oyuncu Keremcem’in, gitarıyla yaptığı videoya bin 250, gitarsız videoya 750 lira ödüyorsunuz. İrem Derici, çocuk oyuncu Emir Berke Zincidi, Okan Bayülgen, Yeşim Salkım ve Hayko Cepkin’in kişiselleştirilmiş videoları için ödenecek miktar bin lira.

Oyuncu Gonca Vuslateri 990, Yonca Evcimik 950… Serdar Ortaç mesela her iki şirkette de tanınmış kişi olarak çıkıyor karşınıza. Serdar Ortaç’ın hazırladığı size özel video için 690 lira ödüyorsunuz.

Futbol yorumcuları Abdülkadir Durmaz ile Ahmet Çakar iki sitede de var. Onlardan kişiye özel video ise 295 lira. İlk şirketteki futbolcular Ahmet Dursun 250, Serhat Akın ve Ümit Karan 150 liraya size özel video hazırlıyor.

Sunucu- programcı Derya Baykal da kızları Ferhan ve Derya Şensoy ile tanınmış kişi listesinde… Derya Baykal 300, kızları ise 200 liraya kişiye özel videonuzu hazırlıyor sitedeki listeye göre…

Serbest dalışta Türkiye rekortmeni Şahika Encümen, DJ Geveze de 200 liraya kişiye özel video hazırlayan isimlerden.

Tanınmış kişi listesinde ‘Veliaht Koçu’ olarak yer alan Tunç Vidinli ise 100 lira karşılığında kişiye özel video hazırlıyor. Listedeki en düşük kişiye özel video hazırlama fiyatı 30 lira. Küçük yaşlardaki youtuber’lar da tanınmış kişi olarak listede…

Aynı işi yapan ikinci şirkette, ortak tanınmış isimler dahil olmak üzere toplam 20 ‘ünlü’ isim var. Ege, Yaşar, Aydilge, Burak Akkul, Selim Yuhay, Yunus Günçe, Tansu Dayan ve Nuri Alço onlardan birkaçı. Her birinin hazırladığı özel videonun fiyatı farklı… Ve bu şirkette ödemelere taksit bile yapılıyor.

Sora sora Bağdat'ı bulamayanlar!



Yön… TDK’nın çevrimiçi Sözlük’üne göre dört anlamı var. 1- Belli bir noktaya göre olan yer, taraf. 2- Bir şeyin belli bir noktaya baktığı yan, veçhe. 3- Bir yere gitmek için izlenen yol, cihet, istikamet. 4- Tutulacak, izlenecek yol.

Bu yazının konusu ise 3. tarifteki anlamının benim hayatımdaki rolü…

Çocukluğumdan beri yön ve yollarla aram iyi olmadı. İlkokulda öğretilen şekilde, kuzeyi bulmayı, ona göre de diğer yönlerimi bulmayı bilirim ama o kadar. Bir yer tarif etseler, hayatta tek başıma, hele de arabayı ben kullanıyorsam o adresi bulamam. Navigasyon cihazları ne güne duruyor diyeceksiniz? Denedim, onunla da kayboldum. Ha bir şekilde, tanıdığım yerlere kadar gidebildim, eve döndüm. Ama nasıl derseniz, ya da yolu tarif et, edemem.

Üniversiteyi ilk kazandığımda, Avrupa yakasına tek başına ilk kez geçmiş oldum. Daha önce hep arabayla ve ailecek gidiyorduk. O yüzden okula kadar babam bıraktı, yolu öğretti. Ben de o yolu ezberledim. Ve hep o yoldan gidip geldim. Arkadaşlarım bizimle gel dediğinde, kaybolurum diye kendi bildiğim yoldan giderdim hep. Bir gün bir baktım, yollarımız kesişti. Meğer aynı yere çıkıyormuş bütün yollar!

Araştırmalara göre, -tabii ki istisnası vardır- ama kadınların yön duygusunun zayıf olmasının, evrim süreciyle ilgisi varmış. Mağarada kalan erkek, avlanmak için uzaklara gittiği için yön duygusu gelişmiş. Mağaranın yakınlarında ot ve meyve türü şeyler toplamak için yakınlarda dolaşan kadınlar ise uzun yolu bulmayı değil ama yakın mesafeleri ayrıntılı şekilde hatırlamayı evrimleştirmiş.

İşte böyle… Yön duygumun zayıflığını bilimsel nedenlere de bağladım. Rahatım. Arabayla bilmediğim bir yere gideceksem, öncesinde muhakkak eşimle gidip yolu kafama yerleştiririm. Tek başıma gidip kaybolma riskini almam. Yıllar önce kayboldum, oradan biliyorum.

İşe her zamanki yoldan gidiyordum ki baktım polis yolları kapatmış, başka bir yöne gönderiyor bütün araçları. 30 Ağustos Zafer Bayramı töreni için o zamanlar yollar kapanıyordu, şimdi hala öyle mi bilmiyorum. “Ben hemen şuraya gidecektim”, desem de “Habibler’e, Habibler’e” dedi, gönderdi. İçimden de diyorum ki, “Habibler dedin de, Paris de deseydin benim için aynıydı…” Neyse, Habibler yazan oku takip ettim ve Habibler’e gittim. Ama o kadar yabancı ki bana… Neredeyim hiçbir fikrim yok. Yol kenarında bir yere park ettim. Bir markete falan sorarım, yolu tarif ederlerse dönerim diye. O arada önüme inşaattan tahtalar mı düşmedi, markettekiler tarif sorduğumda bön bön yüzüme mi bakmadı… Neredeyse benim için Survivor tadındaki bu yolculuk yüzünden işe de geç kalmıştım. Eşimi aradım yardım eder umuduyla, “Toplantıdayım, bulursun yolu” deyip kapattı.

“En zor çareler, en zor zamanlarda bulunur” demişler mi bilmiyorum ama gerçekten de öyle oldu. Bir taksi çevirdim. Gideceğim adresi bilip bilmediğini sordum. “Biliyorum” dedi. “Tamam o zaman”, dedim. “Ben seni arabamla arkadan takip edeceğim.” Adam, hani filmlerde olur ya “Öndeki aracı takip et” deyip binerler taksiye… Hep o anı beklemiş gibi bir havaya büründü. Biraz tersiydi durum ama olsundu o kadar. Neyse, taksi önde ben arkada, gideceğim adrese ulaştım. Teşekkür edip parasını ödedim. Taksici beni uzun yoldan getirip fazla para aldı mı bilmiyorum. O an benim için bir an önce işe ulaşmak önemliydi. Ve amacıma ulaştım.

Yıllar geçti. Artık bilmediğim bir yere gideceksem, otobüs, metrobüs veya metroyla gitmeyi tercih ediyorum. Öncesinde nasıl ve nereden gidilir internetten bakarak. En azından arabaya park yeri bulup tarif al, adresi bilmeyenlere denk geldiysen, taksi tutup peşinden git olayı yok!

Böyle dost, düşman başına



Hikayemizin kahramanı kadın. 30 yaşında. Evli. Yoğun saatler çalıştığı bir işi var. Haftada bir gün o da hafta içi izin kullanıyor. Bu yüzden de liseden, üniversiteden arkadaşlarıyla görüşemiyor. Hatta yine bu yüzden, “burnu büyüklük”le suçlanıyor. Adı önemli değil. Siz istediğiniz ismi verebilirsiniz.

O gün heyecanlı. Çünkü yıllardır sadece telefondan ve mail ile görüştüğü arkadaşı ile yüz yüze görüşecek. Ama bu sıradan bir arkadaş değil. “En iyi” arkadaşı. Ya da o hep öyle sandı. Onunla görüşebilmek için, eşiyle birlikte yaptığı izin gününü değiştirdi. Çünkü arkadaşına o gün uyuyordu. Her ne kadar “burnu büyüklükle” suçlayan o kişi de olsa, ne de olsa “en iyi” arkadaşı. Görünce eski günlerdeki gibi olacaklar. Ya da o öyle sanıyor. Geçen yıllar içinde o “en iyi” arkadaş kendisini üzecek çok şey yaptı, ama ne de olsa “en iyi” arkadaşlar affedilirdi. O da affetti.

Arkadaşı çalışmıyor. Evli de değil. Hâlâ ailesinin evinde yaşıyor. Genç kızken o eve az girip çıkmadı kahramanımız. Büyük bir heyecanla gidiyor. Arabasını park edip yukarı çıkıyor. Her şey sanki araya yıllar girmemiş gibi olacak. Ya da o öyle sanıyor.

Annesi de evde arkadaşının. Önce bir selamlaşma, hoş gittin, beş gittin. Henüz geleli yarım saat bile olmamışken “en iyi” arkadaşa bir telefon geliyor. Sevgilisinden…

Kahramanımız, ne olduğunu bile anlayamamışken şöyle bir konuşmanın içinde buluyor kendisini: “Anne, arkadaşım evde değil dışarıda bir yerde oturmak istiyor, biz dışarıya çıkıyoruz.”
“Yoo, benim öyle bir isteğim olmadı hiç” diye geçiriyor aklından ama ona soran yok. Apar topar aşağıya iniyorlar. Kahramanımızın arabasına biniyor “en iyi” arkadaşı. Yola çıktıklarında, erkek arkadaşının onu görmeye geldiğini, annesinin görüşmesine izin vermeyeceği için böyle bir yalan uydurduğunu söylüyor. Biraz gittikten sonra köşede görünüyor sevgili… “En iyi” arkadaş, arkasına bile bakmadan arabadan iniyor, sevgilinin yanına gidiyor.

Onunla görüşebilmek için eşiyle iznini değiştiren kahramanımız önce ne yapacağını bilemiyor, duruyor. Arkadan çalan kornalarla kendine geliyor. Sinirinden ne yapacağını bilemez bir halde bilmediği yollarda buluyor kendini. Hem ağlıyor, hem böyle salak yerine konduğu için öfkeli… Neyse ki annesi yakında oturuyor. İzni berbat olmuşken bari ona gidiyor, dertleşmeye. Annesi ona çok önceleri o “en iyi” arkadaşın, aslında onu hiç arkadaşı olarak görmediğini, hiç iyiliğini istemediğini söylemişti. Ama kahramanımız “Olur mu hiç öyle şey” diye annesini terslemişti. Yıllar sonra annesinin dediği her şey bir bir olurken “bizzat yaşayarak” anladı. Ama dersler biraz acıtıcıydı.

30 yaşındaki bir yetişkinin erkek arkadaşıyla görüşmek için annesine yalan söylemesine mi şaşırsın, kullanıldığına mı, karar veremeyen kahramanımız bir süre o “en iyi” arkadaşıyla görüşmese de yine affetti. O da onu üzecek, kıracak şeyler yapmaya devam etti. Hem de bile bile. Bıçağı saplayıp bir de daha acıtsın diye iyice büken katiller gibi. Ama kahramanımızın da bir sabrı vardı. Damlaya damlaya göl oldu, taştı sabrı. Nihayet tüm bağlarını kopardı o “en iyi” arkadaşla. Sadece kendini aptal yerine koymasına izin verdiği için yine kendine kızıyor arada aklına gelince. Ama geç de olsa kurtulduğuna seviniyor. 

Ne demiş Paulo Coelho, “Yanlış insanlar zaman kaybı değil, doğru insanı tanıyabilmek için birer öğretmendir.” Kahramanımız da artık doğru insanları daha kısa zamanda bulabilmeye çalışıyor. Kimi zaman başarıyor, kimi zaman yeni bir ders aldığını yazıyor günlüğüne…

Şu yabancı dil meselesi!



Teknoloji her gün gelişiyor. Yeni icatlar artık neredeyse şaşırtmıyor. Mars’ın yüzeyine “Azim”le indi mesela insanoğlu… Ben de şöyle bir icat bekliyorum: Vücuda takılacak bir çiple istediğin bütün yabancı dilleri ana dili düzeyinde anlayıp konuşabileceksin. Herhalde ilk deneklerden biri olurdum.

Çünkü anlaşılacağı üzere, en kıskandığım insanlar birden fazla dili rahatlıkla anlayıp konuşanlar.

Benim çocukluğumda yabancı dil eğitimi orta okulda başlardı. Orta okula, 12 Eylül darbesinin ertesi sene gitmiştim. Kazım Karabekir’in, ailesinin içinde yaşadığı köşkün bahçesindeydi okulumuz. Daha doğrusu askerlerin kalması için yapılmış bir binaydı. Askerler gidince orta okula döndürülmüştü. Yıllar içinde binası düzeldi, güzelleşti. 

O yıllarda yabancı dil için kura çekilirdi. Öyle duymuştum başka okullara giden arkadaşlarımdan. İngilizce, Almanca, Fransızca yazılı kağıtların olduğu bir torbadan  eğitimini göreceğin dili çekmiş oluyordun. Ancak bizim okulumuz yeni olduğu için sadece Almanca öğretmeni vardı. Dolayısıyla seçim falan olmadı. Direkt Almanca derslerimiz oldu. Her zaman ilgi duyduğum bir dersti. Notlarım da iyiydi. Ancak yakından uzağından Almanca’yla haşır neşir olanlar artikel denen şeyin ne zor bir şey olduğunu bilir. Üstelik haftada iki ya da üç saatte, ancak müfredattaki hikayeleri okumayı öğrenebildik. Buna rağmen orta okuldan mezun olduğum yıl gittiğim tatilde Alman bir arkadaş edinmiştim. Bana satranç oynamayı ilk kez o Almanca olarak öğretti. Gördüğüm her şeyin Almanca’daki söylenişini soruyordum. En az üç yıl onunla mektuplaştık. Sonra bitti tabii o dönem. Lisede de Almanca derslerim gayet iyiydi. Yine tatillerde yeni mektup arkadaşları ediniyordum. Ama bir türlü istediğim seviyeye getiremedim.

Üniversitede Almanca hocası, canı isteyince derse gelir, çoğu ders boş geçerdi. Ben de eve gitmektense, İngilizce sınıfının derslerine girer, ne öğrensem kâr der, bir şeyler not ederdim. Tabii ki birkaç kelime dışında bir şey öğrenemedim ama yine de pişman değilim. 

Sonra mezun oldum. Gazeteci olarak çalışmaya başladım. Yazı işlerinde, editör olarak. O zamanın bir numaralı gazetesi, isteyen çalışanları için İngilizce kursu açtı binada. Hatta İngiltere’den gelen öğretmenler ders verdi. Ancak hiç temel olmayınca, direkt bir İngiliz’den öğrenmek çok da kolay değildi. Bir şeyler öğreniyordum, ama nerelerde kullanacağım konusunda fikrim yoktu. Buna rağmen ödev olarak bilim kurgu hikayesi bile yazmıştım. Keşke saklasaymışım.

Çalışma hayatının yoğunluğunda bir daha İngilizce ile ilgili bir çalışmam olmadı. 

2013 yılında işten ayrıldığımda, oğlum İngilizce derslerine başlayacağı için, ona da faydam olur diye İSMEK’in İngilizce kursuna yazıldım. Öncesinde bir sınava giriyorsunuz, düzeyinize göre A1 ya da A2 sınıfına kayıt oluyorsunuz. Sınavı tek hatayla geçtim. Demek ki, İngiliz hocadan, sandığımdan fazla şey öğrenmişim. A2 sınıfına kaydedeceklerdi ki, “Ben okulda hiç İngilizce görmedim, sıfırdan başlamak istiyorum” dedim. Hoca, “Deli midir nedir?” der gibi baksa da kabul etti. Sıfırdan İngilizce kursuna başladım. Sonra A2 ve B1… İSMEK’lerin Dil Eğitim Merkezleri’nde B2 kursları da var ancak hem saatleri, hem de mesafesi bana uymadığı için devam edemedim. Özel dil eğitim merkezleri de, çalışanlara yönelik kurslar düzenliyor. Ya akşam iş çıkışı saatlerinde, ya da hafta sonları… Telefonla arayıp “Emeklilere yönelik bir kursunuz yok mu?” diye sorduğumda, fiyatla ilgili çekincem var sanmışlardı. “Hayır” dedim, “Saatleriniz bana uymuyor.” O yüzden o kurslara da gidemedim.

Şu anda internette dil öğreten sayfalardan, bildiklerimi unutmamak için tekrar yapıyorum. Bir de filmleri orijinal dilleriyle izleyip içimden tekrar ediyorum. Yazılı bir sohbette, hiç zorlanmadan İngilizce sohbet edebiliyorum. Ancak konuşmalarda, kelimeleri farklı algıladığım için takılıp kalıyorum. İçimden de 40’ından sonra İngilizce bu kadar olur diye kendimle dalga geçiyorum.

Cem Yılmaz’ın dediği gibi “Derdimi anlatacak kadar İngilizce biliyorum”… Derdim ne mi, “Konuşurum ama seni, yavaş yavaş konuşmazsan anlayamam! Ya da istersen yazılı sohbet edelim:)))”

Uçak korkusu



Bende uçak korkusu var. Henüz fobiye dönüşmese de hayatımı etkiliyor. Karayollarında trafikteki kaza ve ölüm oranlarının, uçak kazalarından çok daha fazla olduğunu biliyorum. Ama bu bilgiyi beynime ve kalbime pek anlatamıyorum.

İlk uçağa bindiğimde 3 yaşındaymışım. 8 milimetrelik filmler olurdu hani, makinesiyle bir perdeye oynatırdınız. Benim çocukluğuma ait o filmlerde, uçağa binerken görülüyorum. Gayet mutlu mesut. Tabii bir şeyden haberim yok.

İkinci kez uçağa bindiğimde 27 yaşındaydım. Korkmuştum tabii ama bugünkü boyutlarda değildi. Ama son yıllarda uçağa binmek, başlı başına kötü hissettirmeye başladı. İşin ilginç yanı, iş nedeniyle tek başına uçtuğum zamanlarda, yine korksam da o kadar kötü hissetmezdim. Ancak oğlum ve eşimle uçarken resmen kalp çarpıntısı yaşıyorum. Uçakta asla cam kenarında oturamıyorum mesela… Herkes camdan dışarı bakarken ben gözümün ucu değse fenalaşıyorum.

Geçen senenin başlarında nihayet bu korkumla yüzleşmek için psikoloğa gitmeye karar verdim. Ancak ilk seansta, otuz yıl önceki depresyonumu anlatırken buldum kendimi… Psikolog onun nedenlerini anlamaya çalışırken seans bitti. İkinci seansta bu kez 20 yıl önceki depresyonuma gelmiştik ki pandemi patladı. Uçak kısmına gelemedik bile… Online görüşmeleri sevmediğim için devam etmedim. 

Uçakta en korktuğum anı ise beş altı yıl kadar önce Amsterdam’dan dönüşte yaşadım. Şubat tatilinde gittiğimiz için kış aylarıydı. Dönüş yolculuğunda uçak çok sarsıldı. Öyle böyle değil… Hostesler sanki hiç sallanmıyormuş gibi işlerine devam ediyordu. Hatta onlara sorduğumuzda “Bu da ne ki?” diyorlardı. Ama bana hiç öyle gelmiyordu. 

Bir de o dönemlerde Rus uçağı sınır ihlali nedeniyle Türk Hava Kuvvetleri tarafından düşürülmüştü. Bizim uçağın pilotu da Rus’tu. Korktukça beynim senaryolar üretmeye başladı: Bu Rus pilot, arkadaşının intikamını almak için bizi bir dağa çarpacak. O yüzden bu kadar hızlı ve yalpalayarak gidiyor. 

Benim gibi korkan birkaç kişi daha vardı ama ben nefes almakta zorlanmaya başlamıştım. Önde duran kesekağıdıyla güç bela nefesimi düzene sokuyordum ama her yeni türbülansla kalbim yine ağzıma geliyordu. Uçaktan indiğimde yeri öpecek kıvamdaydım, hatırlıyorum da… O uçuştan sonra uçak korkum level atladı. Artık kısacık uçuşlarda bile sakinleştirici ilaç almadan uçamıyorum. İlacın etkisi biner binmez başlasın diye, uçağa binmeden önce içiyorum. Ancak olur da rötar olursa, ilacın etkisi de garip bir zamanda başlıyor. Ve uçuş bitmeden etkisi geçiyor. O da zor iş!

Pandemi nedeniyle tedavi olamasam da, yine aynı nedenle uçağa da binmem gerekmediği için şimdilik idare ediyorum. İnşallah yakın bir zamanda her şey normale döner, ben tedavimi olurum da uçak korkumu yenebilirim. (Ya da en azından azaltabilirim.) Yoksa bir süre sonra ben hep “Evde Kal”maya devam edeceğim…

Uyuyunca geçer mi?



Bir süredir amaçsızca elinde tuttuğu dergiyi masaya bıraktı, sonra geldiğinden beri defalarca yaptığı gibi, saatine baktı. 45 dakikadır, ülkenin en büyük, en pahalı hastanelerinden birinin kadın doğum bölümünde, çağrılmayı bekliyordu. Bekletmeyi sevmediği için hep en az on dakika öncesinde randevu yerinde olurdu. Buna rağmen bir gün bile tam saatinde girmeyi başaramamıştı. Tekrar görevlilerin yanına gidip kendisini hatırlattı, eski yerine oturdu. Hem rutin kontrol için gelmişti, hem de son zamanlarda bir şeyler ters gidiyor gibiydi. İşten öğlene kadar izin almıştı. Hoş erken saatlerde başlayan bir işi yoktu. En fazla öğlen yemeğini sandviçle geçiştirmesi gerekirdi. Öğleden sonraki toplantıya yetişse yeterdi.
O sırada karşısındaki hamileliğinin altıncı aylarında gibi gözüken genç kadın ile eşi çarptı gözüne… “İlk bebekleri olsa gerek, çok sevinçliler” diye düşündü.
Onlara bakarken yıllar öncesine gitti Ezgi… Evlendikten sonra üç yıl kadar çocuk düşünmemişlerdi. Hazır olduklarında da sorunların ardı arkası kesilmemişti. Tam yedi yıl sonra, bütün o tahlillerden, biyopsilerden sonra aşılama yöntemini denemişti doktor. Aslında ilk seferinde tutmuştu ama yanlış anlamalar, doktorun da umutsuz konuşması yüzünden tutmadığını sandığı birkaç günün ardından başka rahatsızlığı için gittiği acilde öğrenmişti hamile olduğunu… Tam da mide filmi çekildikten sonra. Sevinememişti bile. Doktoru, “Ne olacak canım, bunu alır, yeniden deneriz” deyince de iyice umutsuzluğa düşmüştü. Ancak o dozdaki radyasyon alımının zararlı olup olmadığını öğrenmek için gittikleri uzman onları rahatlatmıştı: “Sizin film çekilirken aldığınız radyasyonun dozu, üç kere uçağa binildiğinde alınandan az. İçiniz rahat olsun.” Bu sözleri duyduğunda bile rahatlayamamıştı kadın. Dokuzuncu haftaki kontrolde de kalp atışlarını düzgün şekilde duyana kadar kimseye söyleyememişti. 
Karşısındaki hamile kadın ile eşi kalkınca anılardan sıyrıldı. Kızı şimdi 2 yaşına girmek üzereydi. Onu düşününce her zaman olduğu gibi bir gülümseme kapladı yüzünü.
İki dakika sonra da ismini duydu. Nihayet sıra ona gelmişti. Doktora şikayetlerini anlatıp muayene olduğunda doktorun sözleriyle küçük çaplı bir şok yaşadı. Yeniden hamileydi. İlki için onca tedavi, onca beklemeyle geçen günlerin ardından gelen bu habere sevinip sevinemediğini anlayamadı. Ama şokta olduğu kesindi. Öyle ki otoparktan çıkarken arabasını duvara sürttüğünü bile işe gidip gördüğünde anlayabildi. Eşine haber verdiğinde çok sakin karşıladığını fark etti. Onun gibi şoka girmemişti.
İşe gidip çalışmaya başlayınca akşama kadar bir daha aklına gelmedi. Rüya aleminde gibiydi. Sonra sonra bu fikre alıştı. Hatta küçük bir mucize olduğunu düşündüğü bebeği için “mucize” anlamını veren değişik bir isim aramaya bile başlamıştı. Rutin hayatına dönmüştü. Yeni bebek fikrine alışmaya başlıyordu. 
İlk bebeğini, aşılamanın başarısız olduğunu sandığı için yedinci haftasında gittiği acilde tesadüfen öğrenmişti. Bu sefer daha başında farkına varmıştı, yine tesadüfen. Ancak yedinci haftaya girdiğinde, bazı kan testlerini de yaptırmışken, bir gariplik hissetti. Kontrole daha vakit vardı ama içindeki sıkıntı yüzünden doktora erken gitti. 
Doktor kalp atışını alamadığını söyledi. Bir saate yakın başka doktorların da fikrini alarak kalp atışını bulmaya çalıştı. Ancak ne yazık ki, kalp atışı yoktu. Yedinci haftada, geldiği gibi sessizce gitmeye karar vermişti “mucizesi”… 
Yine şoka girmişti. Daha fikrine yeni alışmıştı ve artık yoktu. Doktor “Hemen almamız gerek, sizi zehirleyebilir” dedi. İşten tüm gün izin almamıştı. Ertesi gün ise izin günüydü. “Yarın izin günüm, sabahtan gelirim” derken “İştekiler sorun yapmasın şimdi” diye düşünüyordu. Doktorum kafası karışmış bakışlarına rağmen işe gitti. İçi boşlukta gibiydi. Bir kabustaydı ve biraz sonra uyanacaktı. Ama öyle olmadığını da yavaş yavaş hissetmeye başlamıştı. 
İşe gittiğinde, iş arkadaşlarından birinin gelmediğini gördü. Müdürüne gidip sordu, “Hasta mıymış?” diyerek. “Bir arkadaşı rahatsızmış, o yüzden gelemeyecekmiş” diye yanıtladı müdürü. O zaman o ana kadar tuttuğu bütün siniri boşaldı Ezgi’nin… Kendisi zehirlenme tehlikesine, doktorun uyarısına rağmen işe gelmeyi seçmişti. Ama bir başkası, arkadaşının rahatsızlığı için son anda gelmemişti. O an kararını verdi. Müdürüne gidip durumu anlattı. İzin gününden sonraki gün de gelmeyeceğini söyledi. Çünkü ruh durumunun nasıl olacağını bilmiyordu. Tabii ki “hayır” diyemediler. 
Ertesi gün tekrar kalp atışı kontrolü yapıldıktan sonra ameliyat oldu. Ancak narkoz o kadar etkilemişti ki, ondan sonra gelip ameliyat olan kaç kişi ayılıp gittiği halde bir türlü ayılamadı. Hemşireler korkup yüzüne tokat atarak ayıltma yolunu seçti. Sadece eşiyle birlikte arabaya kadar gittiğini hatırladı sonraları. Eve nasıl gittiğini, yatağa nasıl yattığını hiç hatırlamadı. Ertesi sabaha kadar da uyudu. Uyuyunca belki geçerdi…

25 Şubat 2021 Perşembe

Asiye neden öldü?



O gün Muğla Adliyesi’ndeki 7. Ağır Ceza Mahkemesi’nde, evinin sokağının ortasında, üstelik iki küçük çocuğunun gözü önünde, kocası tarafından öldürülen Asiye Gündoğan’ın cinayet davası görülüyordu.
Katil Muhammet Gündoğan, belki damat olduğundan beri giymediği takım elbisesini giymiş, kravatını takmıştı. Üstleri kelleşmiş kafasında kalan üç beş tel saçını bile özene bezene taramıştı.
Az sonra mübaşir herkesi ayağa kalkmaya çağırdı. Ardından da Ağır Ceza Mahkemesi’nin ‘adaletli olmakla övünen’ Mahkeme Başkanı Hüsamettin Başkesen azametle geldi, makamına oturdu. Duruşma başladı.
Savcı konuştu ilk önce. Ardından ezile büzüle katil zanlısı Muhammet Gündoğan kalktı ayağa. Hakim sordu, “Anlat bakalım, neden öldürdün karını. Bütün komşuların görmüş karını öldürdüğünü…”
“Çok seviyordum hakim bey, kıskanıyordum…”
Salonda çıt çıkmıyordu.
Ama kafası önündeki kağıtlara eğilmiş duran hakim “Peh, çok seviyormuş. Yalancı” diyen bir ses duydu. “Susun” dedi. Herkes birbirine baktı. Salonda nefes alışlar dışında hiç ses yoktu ki!
Aynı ses “Neyimi kıskanıyordun acaba? Evden burnumu çıkartabiliyordum sanki. Öldürmek için sen sokağa çıkarmasan, yine çıkamazdım ya” dedi. Hakim kafasını kaldırıp yine “Sessizlik” dedi. Herkes yine birbirine baktı! Garipliği hakim de anlamış gibiydi. Etrafına baktı.
Katil zanlısının hemen arkasında ayakta dikilmiş, kanlar içindeki kadını gördü. Duruşma dosyasındaki kadındı bu. Öldürülen. Kalbi hızlı hızlı atmaya başladı hakim Hüsamettin Başkesen’in. Ondan başkası görmüyor, duymuyordu kadını…
Katil koca kendini acındırmaya devam ediyordu: “Adımı çıkarmıştı. Kahvede başım dik oturamıyordum.”
“Yalan” dedi arkasındaki kadın yeniden…
Hakim nefes almakta zorlanıyordu. Duruşmayı erkenden bitirdi bir ay sonrasına erteleyerek. Bu sırada katil kocasının arkasında duran kadın hakime dikti gözlerini. Deminden beri onu izliyordu.
“Kızı var mı acaba hakimin” diye sordu kendi kendine. Hakim duydu bu soruyu. Beti benzi attı. Mübaşir elinde bir bardak su, hakime yetiştirmeye çalışıyordu.
Hakim Hüsamettin Başkesen, ağır adımlarla kalktı yerinden, adliyedeki odasına doğru yürümeye başladı. Kocasının duruşmasının ertelendiğini anlayan Asiye de hakimin peşinden gitti. İçinden bir ses hakimin onu duyabildiğini fısıldıyordu. “Nasılsa gidecek daha iyi bir yerim yok! Beni öldüren pislikle birlikte hapise gidip o pis yüzünü görmek istemiyorum. Çocuklarımın yanına gitsem beni görmeyecekler” diye düşündü. Gözyaşları yanaklarını ıslatıyor o fark etmiyordu. Çünkü o sadece bir ruhtan ibaretti.
Hakimin odasına girdi. Masasının karşısındaki sandalyeye oturdu. Hakim gözleri kapalı, kafasını sandalyesinin arkasına atmış, nefesinin düzelmesini bekliyordu. Derin nefesler almaya devam ediyordu. Gözlerini açtığında karşısındaki koltukta oturan kadını görünce yerinde sıçradı.
“Ne işin var burada?” dedi. “Niye benim peşime düştün?”
“Hiçbir fikrim yok” dedi Asiye. “Ama beni duyabildiğini hissediyorum. Başka kimse beni ne görüyor ne duyuyor. Hayatım boyunca bu böyle oldu.”
Hakim Hüsamettin Başkesen, bu durumdan kurtulamayacağını anlamıştı. “Belki de emekli olmanın vakti geldi, belki de deliriyorum” diye düşündü. Daha önce girdiği davaların dosyalarını kaldırdı. Son girdiği davaya ait olanı ise çantasına koydu. Arkasını döndüğünde kadın yoktu. Paltosunu ve çantasını alıp çıktı odadan. “Kurtuldum” diye seviniyordu. “Sadece aptal bir hayalmiş.”
Evine her zamankinden erken gitmişti. Karısı meraklandı. Ama yaşadıklarını ona anlatamazdı. “Tansiyonum çıktı biraz duruşmada. Ben de eve gelip dinleneyim” dedi. Hafif bir akşam yemeğinden sonra “Ben çalışma odasındayım. Davayla ilgili biraz çalışacağım” diyerek odasına girdi. Asiye Gündoğan’ın dosyasını çıkardı.
Kocası Muhammet Gündoğan, kavga ettiği karısını tek katlı, derme çatma evlerinden döve döve çıkarmış. Elinde de kocaman bir ekmek bıçağı. 5 ve 7 yaşlarındaki oğulları da annelerinin eteğine yapışarak çıkmış. Kadını yumruklayıp yere düşürmüş. Yerde tekmelemeye devam etmiş. Sonra da bıçağı saplamaya başlamış. Kadın kendini savunamamış bile.
O sırada çalışma odasının kapısı tıklatıldı. Karısı elinde ıhlamur olan tepsiyle içeri giriyordu. Ama onun da arkasında Asiye duruyordu ayakta… Yine o kanlı elbiseleriyle.
Adam bir şey belli etmemeye çalışarak “Teşekkür ederim, zahmet oldu” dedi karısına. Karısı “Ben de içeride çalışıyordum. Sıcak bir şeyler içmek ikimize de iyi gelir diye düşündüm” dedi. Ihlamuru bırakıp kendi çalışma odasına gitti.
Karısı savcıydı. O da kendi davaları üzerinde çalışıyordu.
Asiye sessizce çalışma masasının önündeki sandalyeye oturdu. Hakim yine hızlı hızlı nefes almaya başlamıştı. “Korkma hakim bey, sana bir şey yapamam” dedi. Gözleriyle elindeki dosyayı gösterdi: “Benim dosya mı o?” Hakim “Evet” dedi zor duyulur bir sesle.
"Orada her şey var mı? Bütün hayat hikayem” diye sordu bu kez.
“Sanmıyorum” dedi Hakim Başkesen. “Sadece olay gününe dair görgü tanıklarının anlattıkları. Polisin bulduğu deliller. Öncesi yok.”
“O zaman ben anlatayım ister misin?” diye sordu Asiye. Hakim ne diyeceğini bilmezmiş gibi bakıyordu. “Dedim ya beni kimse dinlemedi bugüne kadar hakim bey. Neden buradayım bilmiyorum bile. İlk kez birine anlatayım hiç değilse” dedi.
Karısının duymasından korkan Hüsamettin Bey, “Sessiz ol ama karım seni görmediği için korkabilir” dedi.
Asiye başladı anlatmaya…
“Ailem fakirdi hakim bey. Beş kız kardeş. En sonuncuda babamın istediği erkek çocuğunu bulmuş annem. Ama bulurken de ölmüş. Önce kardeşlerimle ben bakıyorduk eve ama babama yetmedi. Gitti üvey anne getirdi. Kadın hepimizi hizmetçisi gibi kullandı. Okuyorduk. Okuldaki üç beş kuruşluk defter masrafımız gözüne battı. Hepimizi okuldan aldı. Büyük olanlarımızı temizliğe yollamaya başladı. Ben o yüzden ilk 4 sınıftan sonra okuyamadım. Ama çok da seviyordum okumayı. Gizli gizli eski okuluma gider oradaki öğretmenlerimden ödünç kitap alır okurdum.
Neyse bu kadar geriye gitmeyeyim.
17 yaşıma geldiğimde analığım ‘Görücü geliyor’ diye ilk kez bana kıyafet falan aldı. O akşam geldi görücüler. Benden on yaş büyüktü Muhammet. Ama 20 yaş büyük gibi duruyordu. Ayrıca alt tarafı bir hastanede hademeydi ama konuşmasını duysan hastanenin baş hekimi sanarsın. Öyle afra tafra. Hepimize böcek gibi bakıyordu. Ailesi de öyle.
Bana sormadılar bile. Evlendik. Evde oturacaksın. Dışarı çıktığını duyarsam kırarım bacaklarını dedi. Bacaklarımı kırmadı ama yüzüm, gözüm hep mor gezdim. Bu çorba niye soğuk dedi vurdu. Bu kahve niye az şekerli dedi vurdu.
İlk hamile kaldığımda dayak yedim, yere düştüm. Doğum da erken oldu. Üç gün yaşadı. Bir çocuk doğurmayı beceremedin dedi, yine vurdu. Sonra yine hamile kaldığımda doğana kadar daha usturuplu vurdu. Düşmemem için elinden geleni yaptı.”
“İki oğlum var biliyor musun Hakim Bey” diye sordu Asiye. “Dosyanda gördüm” dedi Hüsamettin Bey. “Onları da döver miydi?” diye sordu. “Onlar erkek çocuğu hiç dövülür mü? Onların yanında beni dövüp ‘Ben ölünce siz devam edersiniz’ deyip gülerdi. Çocuklar çığlık atıp ağlardı ama anlayan kim” diye yanıtladı Asiye.
O sırada kapı yine tıklatıldı. Karısı kafasını uzatıp “Kiminle konuşuyorsun?” diye sordu. Ne diyeceğini bilemedi Hüsamettin Bey. “Kafama takılan bazı yerler vardı da sesli konuşmuşum demek ki? Korkuttum mu seni?” diye sordu. Karısı “Sanki bir kadın sesi duyar gibi oldum” deyince Asiye de baktı kadına… Yanına kadar gitti. Ama yok, onu görmüyordu. “Kadın sesi de nereden çıktı? Sana öyle gelmiş” deyince “Öyle herhalde” deyip gitti karısı.
Karısı çıkınca Asiye’ye döndü, “Ucuz kurtulduk” dedi sessizce.
Hafif bir müzik açtı seslerini bastırmak için. Sonra Asiye’ye dönüp “Peki bu adam zaten dövüp duruyormuş seni de o gün niye öldürdü?” diye sordu.
“Ah o anası olacak yok mu? Beynini yıkayıp durdu. ‘Karın şöyle beceriksiz, böyle kötü. Çocukları pısırık yetiştiriyor’ diye. Baktı öyle amacına eremedi. Yan komşunun bende gözü olduğunu söyledi. Yemin ederim yoktu öyle bir şey Hakim Bey. Sokağa çıkmazdım bile. Alışverişi bile kocam olacak adam yapar getirirdi. Hatta sokakta adım ‘yabani’ye çıkmıştı kimseyle görüşmüyorum diye. Bir Allahın kulu da gelip sormadı neden diye, ne yaparsın diye… Herkesin derdi kendine tabii.
Yani kahvede benim hakkımda konuşmalar falan hep yalan. Tek konuşan annesi ve kendi akrabalarıydı. Tabii onlar herkese anlatıp yaydı bu dedikoduları. Yan evdeki komşular sırf huzursuzluk olmasın diye taşındı. Genç bir karı kocaydı. Sonra dayaklar daha da arttı. Meğer beni beğenmeyen annesi, başka bir genç kızın başını yakacakmış. Kız ona yağ çekip duruyormuş. Onu gelin almak istiyormuş. Keşke boşasa diye beynini yıkasaydı. Ama boşanma olmazmış onlarda. Öldürsün istedi. Eee tabii görüyorlar, öldüren üç beş ay bile yatmadan çıkıyor. Bir de madalya gibi takıyor katilliğini boynuna. Mahkemede kravatla gördüm de şaşırdım. Anası akıl verdi herhalde. Düzgün avukat tutacak para nerde bunda. İşte böyle hakim bey. Dosyada olmayan hayatımın özeti. Bugün mahkemede de sordum ama duymadın sanırım. O sıra biraz kötü görünüyordun. Kızın var mı hakimim?”
Hakim Hüsamettin zar zor cevap verdi: “Var. O da hukuk fakültesini bitirdi. Avukatlık yapıyor. İleride hakim olmak istiyor.”
“Benim yaşadıklarımın en azından ilk kısmını yaşamayacağı belli” dedi Asiye. “İyi bir ailesi var. İnsan yerine konuyor. Ama ileride sevdiği adam ya kötü çıkarsa. Ne yaparsın?” diye sordu.
Hakim cevap veremedi. “Rahatsız ettim seni hakim bey” dedi Asiye. Sonra da kaybolup gitti.
O gece uyku tutmadı Hakim Hüsamettin Bey’i. Bir ay boyunca girdiği davalarda hep ölenlerin hikayelerinin neler olabileceğini düşündü.
Bir ay sonra Muhammet Gündoğan yine karşısındaydı. Giydiği takım elbise ve kravatıyla. Kaykılarak duruyordu. Sanki birisi ona özgür olacağının müjdesini vermiş gibi. Son sözü sorulduğunda yine namusunden dem vurdu. “Beni tahrik etti” dedi.
Hakim Hüsamettin Başkesen, hem savcıyı, hem katilin avukatını dinledi. Sonra da kararını açıkladı: “Hiçbir indirim yapılmadan en yüksek sınırdan ceza verilmesine…”
Muhammet Gündoğan ilk kez sendeledi. Duruşmanın başındaki o güvenli duruşu ilk kez bozuldu. “Ama Hakim Bey” dedi. Hakim Bey ise dosyanın kapağını kapatıp “Dava bitmiştir” dedi.
Kafasını kaldırıp karşıya baktı. Kocasının arkasındaki Asiye bu kez kanlı elbiselerle değil, tertemiz elbiseleriyle, adeta ışık saçarak duruyordu. “Teşekkür ederim. Beni ilk kez birisi dinledi. Sırf bunun için bile teşekkür ederim” dedi. Ardından da bir ışık kümesinin içinde kaybolup gitti.


9 Ocak 2021 Cumartesi

Gençlik başımda duman


Emekli veteriner Hüseyin Bey, artık günlerini evde geçirmenin verdiği huzurla balkonda bir yandan gazetesini okuyor, bir yandan kahvesini yudumluyordu. Eşi Nurhan Hanım balkona girdiğinde derin bir of çekti. Kafasını gazeteden kaldırıp “Hayırdır” der gibi baktı Hüseyin Bey.

“Bizim küçük oğlana sıkılıyorum bey” dedi eşi. “Biliyorsun ergenliğe girdi gireli içine kapandı zaten. Şimdi de ağabeyiyle konuşurken duydum, sivilcelerini dert ediyormuş. Şu corona illeti yüzünden okullar kapalı olduğu için seviniyormuş. Çünkü sivilceli haliyle okula giderse herkes onunla alay edermiş.”

“Hay Allah. Ne yapacağız ki? Ağabeyi anlatsın, bak bende de vardı ama şimdi yok. ‘Geçecek’ diye. Biz söylesek tepki gösterecek” dedi Hüseyin Bey. Ama böyle çaresiz hissetmek bir baba olarak üzmüştü.

Bu sırada Mert, odasında oturmuş, yarınki ödevlerini yaparken bir yandan da hayaller kuruyordu. En büyük hayali gitar çalmaktı. Hatta gitar da almıştı bunun için harçlıklarından biriktirip. Ama corona nedeniyle evlere kapanınca ders almak da hayal olmuştu. Tam o sırada sıkıntıdan ve ergenlik yüzünden yüzündeki sivilceler çoğalmış, çoğaldıkça daha sinirli ve kötümser olmuştu.

Ara sıra internetten gitar çalmayı öğreten sitelere giriyor, videolar izleyeyim diye oturuyor, sonra kendi kendine sinirlenip bilgisayarda oyun oynamaya başlıyordu. O zamanlar eline çekiç alıp gitarı parçalamak geçse de içinden tutuyordu kendini. Vurdulu kırdılı oyunlarla atıyordu sinirini.

Seneye üniversite sınavına girecekti ve yüzündeki sivilcelerden kurtulamazsa sınava girmekten bile vazgeçmeyi düşünüyordu. Tabii ailesinin henüz bundan haberi yoktu.

Evlenip başka şehre yerleşen ablası Nehir, ağabeyi Kerem onun yaşlarındayken bu kadar sivilceli miydi bilmiyordu. Ağabeyi “Benim de vardı, ama bak zamanı gelince geçti. Tek yapman gereken yüzünü her zaman temiz tutmak” diyordu ama o yine de anlaşılamamaktan yakınıp sinirleniyordu. Temiz tutmakla, yıkamakla geçmeyecekti onun sivilceleri. O şanssızdı. Tüm ergenler gibi dünyayı yıkmak istiyordu.

Üniversite son sınıftaki ağabeyi de derslerine online devam ediyordu ancak sınavlara çalışmak için mahalledeki kütüphaneye gidiyordu son günlerde. Orada ergenlerle ilgili bir kitap çarptı gözüne. Şöyle bir karıştırmak için aldı eline, ama ders çalışmayı bırakıp onu okumaya devam etti.

Kardeşinin bu yaşlarda spor yapmaya, hobi edinmeye ihtiyacı vardı içindeki enerjiyi atmak için ama aksi gibi corona yüzünden eve tıkılmıştı herkes gibi.

Aklına birlikte bazı spor aktiviteleri yapabilecekleri geldi. Spor Akademisi’ne giden arkadaşını aradı kütüphane çıkışında. Ondan bu konuda bilgi aldı. Heyecanla eve geldi. Hemen kardeşi Mert’in yanında aldı soluğu. “Mert, aylardır evde çok hareketsiz kaldım. Sen de öyle. Ben evde de olsa spora başlayacağım ama tek başıma motive olamam. Bana katılmak ister misin?” diye sordu. Evde bütün gün oturmaktan ve sadece oyun oynamaktan sıkılmış olan Mert, kısa bir an düşünüp “Neden olmasın, hayatım çok sıkıcı zaten” diye yanıt verdi. Ondan sonraki gün internet üzerinden arkadaşının gönderdiği hareketleri yaparak spor yapmaya başladılar.

Sporla birlikte yediklerine içtiklerine de dikkat eder olmuşlardı. Daha çok sebze ve meyve yiyip ekmeği ve en önemlisi de abur cuburu azaltmıştı ikisi. Daha çok sağlıklı kuruyemişler, fındık fıstıkla geçiştiriyorlardı abur cubur isteklerini. Anneleri “Aç kalacaklar” diye üzülse de onlara iyi geldiğini fark edip sesini çıkarmaktan vazgeçti. Hüseyin Bey de iki kardeşin sporla başlayan yakınlıklarının getirdiği olumlu gelişmeleri gülerek izliyordu.

İşin gerçeği spor Mert’in moralini düzeltmiş, düzenli beslenmeyle birlikte sivilceleri de sönmeye yüz tutmuştu. Kendindeki olumlu gelişmeyi gören Mert, bu kez daha kararlı bir şekilde internetten gitar öğreten siteye girdi. Bu kez yılmadı. İlk dersin sonunda parmakları ağrıyordu ama ilk kez o gün uykuya dalarken huzurlu ve mutlu hissediyordu. 

Ondan sonraki günler boyunca hem spora, hem de internet üzerinden gitar derslerine devam etti. Ağabeyi de ondaki gelişmeleri görüyor, seviniyordu. O da kardeşinin yaşlarında kendi kendine, arkadaşlarına sora sora gitar çalmayı öğrenmişti. Ama üniversiteye başlayalı eline almıyordu. O akşam, odasında, dolabının üstünde duran gitarı indirdi, akordunu yaptı. Sonra da hatırlamak için ellerini tellerin üzerinde gezdirmeye başladı. Mert, ağabeyinin odasından gelen sesleri duyup odaya doğru ilerledi. Gitar çalarken görünce şaşırmıştı. Ağabeyinin gitar çaldığı yıllarda Mert daha çocuk sayılırdı ve sokaktan eve pek girmezdi. Hemen bir sandalyeye ilişip ağabeyini dinlemeye koyuldu.

Çaldığı şarkı bitince “Vay be süper çalıyormuşsun. Ben kendime boşuna öğretmen arıyormuşum” dedi. Ağabeyi güldü, “Yıllardır elime almamıştım, paslanmışım. Ben de seni çalarken görünce heves ettim. Bundan sonra sporla birlikte, bunu da birlikte çalışalım. Şu corona illetinden kurtulunca da doğru düzgün bir kursa gider geliştirirsin kendini” dedi.

Mert düşündü. Çok değil, üç ay önce her şeyden, özellikle de kendisinden nefret eden o ergen gitmiş, daha olumlu düşünen, kendisine değer veren bir çocuk gelmişti. 

“Ağabeyim olmasaydı, ya da o kötü bir insan olsaydı kim bilir şu anda ne halde olurdum” diye düşündü. Sonra ağabeyiyle birlikte en sevdikleri “Gurbet” şarkısını çalmaya başladılar, kapıda anne ve babalarının onları gururla seyrettiğinden habersiz…

Mutluluğun resmini çizmek




(Biricik ilham perim Azra’ya…)

Yağmur yağıyordu. Hem de bardaktan değil, kovadan boşanırcasına. Feriha otobüsten inip çantasında taşıdığı küçük şemsiyeyi çıkarana kadar sırılsıklam olmuştu bile. Neyse ki otobüsten inince eve çok yürümesi gerekmiyordu. Markete uğraması gerektiği aklına gelince bir an durakladı. “Çok acil bir şey yoktu, yarın çıkarım artık alışverişe” diye geçirdi aklından. Hızlı hızlı yürümeye devam etti. Apartmana gelince şemsiyeyle zar zor da olsa açtı kapıyı. Posta kutularının olduğu yere doğru baktı. Kutu dolu gözüküyordu. Kalbi hızlandı. Hemen anahtarını çıkarıp açtı. Üç, dört tane zarf vardı. Beklediği zarf olup olmadığını bilmeden hepsini büyük çantasının içine koydu. Asansöre binip hızla evlerine gitti. İçeri girdiğinde üstünden damlayan sular açık renkli halının üstünde lekeler bırakıyordu ama onu bile umursamadı. Üstündekileri ve şemsiyesini portmantoya gelişi güzel bıraktı, hemen ellerini yıkayıp çantasındaki zarfları çıkardı.

Günlerdir heyecanla posta kutusuna bakmasının nedeni bu hafta açıklanması gereken üniversite yerleştirme sonuçlarıydı. Kızı Azra’nın sınav sonucunu bekliyordu heyecanla… Zarfları hızlı hızlı gözden geçirdi. Yoktu yine. Telefon şirketinden bir fatura ve iki de banka ekstresi… Oflayarak kalktı oturduğu üçlü koltuğun ucundan. Üstünden çıkardıklarını askıyla banyoya, küvetin üstüne astı. Üstünden damlayan suların oluşturduğu lekeleri sildi.

Akşam yemeğinde kızı patatesli börek istemişti. Patatesleri alıp camın kenarındaki sehpanın yanında duran tekli koltuğa oturdu. Camdan baktı. Havanın griliğinde her şey daha kasvetli göründü gözüne… Yine böyle patates soyduğu bir güne gitti aklı. 

O zamanlar liseden mezun olmasına bir ay kalmış genç bir kızdı. Annesine yardım ediyordu mutfakta. Liseden sonra üniversiteye gitmek, resim bölümüne girmek istediğini anlatıyordu annesine. Annesi hiç tepki vermeden dinliyordu. Kocası ve oğullarının, Feriha'nın üniversiteye gitmesini istemeyeceğini biliyordu. Evde fazla söz hakkı yoktu. Kızı nasılsa olmayacağını kendisi görürdü. O yüzden şimdiden terslemeye içi elvermedi. “Hayırlısı” dedi, sonra konuyu değiştirdi. Feriha heyecanı içinde kalmış bir şekilde devam etti yaptığı işe…

Babasıyla samimi değildi. Ağabeyleri babalarıyla her konuyu, istedikleri gibi konuşurdu ama o ne ağabeyleriyle, ne de babasıyla konuşabilirdi. Yine de bu üniversite meselesini konuşmak istiyordu. Ondan sonra ne olacaksa olsundu.

Bir pazar günü, ağabeylerinin neşeli olmasını fırsat bilerek konuyu açmak istedi, “Senin peşinden biz de üniversitelere gelemeyeceğimize göre, sen de gidemezsin. Hem ne olacaksın okuyup da ünlü bir ressam falan mı?” diye bir de dalga geçti iki ağabeyi de… Onlar böyle söyledikten sonra babası hayatta izin vermezdi. İlk kez o gün üniversiteye gidemeyeceğinin farkına vardı ve gece boyunca ağladı. Dersleri daha kötü olan arkadaşları bile, hem de ailelerinin desteğiyle üniversite sınavına hazırlanıyordu. O sınavlara bile girmeyeceğini nasıl söyleyebilirdi ki?

Liseden mezun oldu. Mezuniyet törenine gitmesine izin vermediler. “Hiç değilse çalışayım” dedi, babası “Otur evinde, hem yakında istemeye gelecekler seni” diye yanıt verdi. Bir kere daha dağıldı kalbi.

Üç ay sonra babasının askerlikten tanıdığı bir adamın oğluna istediler Feriha’yı. Kötü birine benzemiyordu. Zaten ona soran da yoktu. Neyse ki adam evlenmeden önce Feriha’yı tanımak istemiş, dışarıda konuşup görüşmek için de Feriha’nın ailesinden izin almıştı. Tanışmak için çıktıklarında adamın aslında iyi bir insan olduğunu, kendi anne babasını üzmemek için bu işe evet dediğini, onu görünce de bu fikre o kadar da soğuk bakmadığını öğrendi. Gel zaman git zaman o da ısındı adama. Evlendiler. 

Kocası Adem, bir devlet dairesinde memurdu. Tayini çıkınca İstanbul’a gittiler. Ancak iki yıl sonunda hala çocukları olmayınca Feriha kendini kötü hissetmeye başladı. Amaçsız, boşlukta… Kocası “Üniversiteye gitmeye ne dersin?” deyince içinde solmuş çiçekler yeniden tomurcuklandı. 

Dört yıllık bir üniversiteye gitmek istese de “Çocuk olursa zor olur” diyerek iki yıllık Adalet Meslek Yüksekokulu’nu seçti. Mezun olunca da adliyede katip olarak işe başladı. Okul ve iş heyecanı bittikten sonra yine çocuk meselesi aklını kurcalamaya başladı. Kocasına “Artık doktora gidelim, yıllar geçiyor” dedi. Tedavilerle geçen birkaç yılın ardından tam ümitlerini kesmeye başladıkları bir zamanda da kızları Azra katıldı aralarına.

Bunları düşünürken dalmıştı. Bıçakla eline küçük bir delik açınca kendine geldi. “Hava iyice kararıyor, gelmek üzeredir” diye düşündü. Kızının ressam olmasını istiyordu, yıllar önce onun yapamadığını yapsın, resimler çizsin istiyordu. Tam bunları düşünürken telefonundan gelen mesaj sesiyle irkildi. Azra’dandı. “Anne ben arkadaşlarımla kahve içerken vaktin nasıl geçtiğini anlamamışım. Şimdi yoldayım, merak etme” diye…

Eşi Adem bey iki yıl önce ani bir kalp kriziyle onları bırakalı beri tek dayanağı kızıydı. Ailesiyle mecbur kalmadıkça görüşmüyordu. Bayramdan bayrama aramakla yetiniyordu. Zaten ağabeyleri de evlenip başka başka şehirlere gitmişti. Onların da Feriha’yı merak ettiği yoktu pek.

Kendi emekli maaşı, eşinden kalanlar ve evin de kendilerine ait olmasıyla ekonomik olarak sıkıntı çekmiyorlardı. Ama boş kalınca kendini yararsız ve amaçsız hissettiği için emekli olduktan sonra bir klinikte telefonlara bakarak çalışmaya devam ediyordu.

“İnşallah çok geç kalmaz” deyip mutfağa geçti Feriha. Böreği hazır etti. “Gelince pişireyim de sıcak sıcak yiyelim” dedi içinden. O sırada kapının zili çaldı. Azra da en az kendisi kadar ıslanmış şekilde kapıda dikiliyordu. “Oy sen ıslandın mı kuzum” diye aldı içeri kızını. O üstüne çeki düzen verirken fırını ısıtmış, börekleri atmıştı içine.

Azra salona gelip muhabbet kuşlarıyla oynamaya başlayınca yanına gitti. “Sınav sonuç belgen hala yok, bir sorun mu var acaba?” dedi. Azra, gözlerini annesinden kaçırdı. İlk kez böyle yapıyordu. Merak etti Feriha. “Ne oldu? Bana söylemediğin bir şey mi var?” dedi.

Azra, “Anne ben ressam olmak istemiyorum” deyiverdi. Ne zamandır söylemeyi isteyip de bir türlü söyleyemediği cümlenin çıkmasıyla da rahat bir nefes verdi. “Tamam resim çizmeyi seviyorum ama ben İngiliz dili ve edebiyatı okumak istiyorum” derken hızlı hızlı konuşuyordu. Sanki yavaşlarsa bir daha konuşamayacak gibi…

Feriha ne diyeceğini bilemez bir halde koltuğa oturdu. Hep kızının ressam olacağını düşünmüş, bu hayalle yaşamıştı. Neredeyse hayatının tek amacıydı son iki yıldır. Ama şimdi kızı o amacı elinden almaya çalışıyor gibi gelmişti ona. Kızı dizlerinin üstüne oturup gözlerindeki yaşları silince ağladığını fark etti. “Anne, biliyorum senin çocukluk hayalindi ama benim hayallerim başka” dedi. “Sen niye çalışmayı bırakıp resim kursuna gitmiyorsun. Çok güzel kurslar var. Kendi hayallerini geç de olsa kendin gerçekleştir. Ben de seninle gurur duyayım.”

“Olur mu ki öyle?” diye düşündü Feriha. 48 yaşındaydı. Birçok şeye geç başlamış ama yapmıştı o. Üniversiteye herkesin mezun olduğu yaşlarda gitmişti. Çalışma hayatına başladığında da çok genç sayılmazdı. Ama başarmıştı. Herkesin sevdiği, saydığı bir çalışan olmuştu her zaman. Yüreği pırpır etti. Tıpkı liseden mezun olmasına günler kala duyduğu sevinci hissetti kalbinde.

Azra da çantasından bir broşür çıkarmakla meşguldü. “Arkadaşımın annesi bu resim kursuna gidiyormuş. Hocalarından çok memnunmuş. Hatta bir de sergileri açılacakmış. Burada davetiye de var. Hem sergiyi gezersin, hem bilgi alırsın, ne dersin?” dedi. 

Broşürü alırken genç kız Feriha olmuştu yine… Umut dolu. “Tolstsoy’un bisikleti” diye sayıkladı. “Tolstoy 67 yaşında öğrenmiş bisiklete binmeyi biliyor musun? Ay bu yaştan sonra olur mu dememiş. Hiçbir şey için geç değildir anlamına geliyormuş. Adliyede çok sevdiğim hakim bir hanım vardı, o anlatmıştı. O da emekli olduktan sonra koroya yazılmıştı. O zaman anlatmıştı Tolstoy’un bisikletini.”

Azra annesini bu kadar kolay ikna ettiği için mutlu, mutfağa doğru koştu. Ama koşarken bir yandan da gülüyordu. Çünkü onlar lafa daldığı için yanmaya yüz tutmuş böreği kurtaramazsa bu gece peynir ekmeğe talim edeceklerdi.