22 Şubat 2010 Pazartesi

Var olamamanın dayanılmaz ağırlığı



Her yer beyaz bir sis bulutunun altında… Bu öyle yoğun bir beyazlık ki, insan ne bir şey görebiliyor, ne de nefes alabiliyor. Kendimi çok bitkin hissediyorum. Hareket etmek istiyorum ama sanki üstümde tonlarca yük var. Birden gözümü açıyorum ve kendimi görüyorum. Bir yatakta kıpırdamadan yatıyorum, her yanımdan teller, borular, serumlar sarkıyor. Etraftaki cihazlardan dıt, dıt tekdüze sesler yükseliyor. Ve ben korkuyorum. Çünkü kendi bedenime çok yükseklerden bakıyorum.

Acaba öldüm mü? Ama henüz doktorlar başımda koşturduklarına göre umut var. Odanın kapısındaki camdan, annemle babam bakıyorlar. Çaresiz, endişeli…
Düşünmek için zorluyorum kendimi. En son neyi hatırlıyorum diye… Annemi ve babamı tanıyabildiğime göre hafıza kaybı yok… En son… Evet, direksiyonun başındayım. Son sürat sürüyorum. Karşıdan üzerime bir canavar gibi gelen büyük kamyondan kaçabilmek için sağa kırıyorum direksiyonu… Ondan sonrası…
Sonrası yok, ama öncesine dair çeşitli kareler var… İlk adımlarım alkışlanıyor… İlkokula gittiğim ilk gün, ağlayarak dönüşüm “Ben bir daha gitmeyeceğim” diye… Üniversiteyi kazandığımı öğrendiğim günkü sevinç göz yaşlarım… Ehliyet sınavına girişim… Saçma sapan görüntüler.

Eskiden böyle durumlarda insanın hayatı film şeridi gibi gözlerinin önünden geçer diyenlere gülerdim, “Olur mu öyle şey” diye… Ama oluyormuş, yalnızca birkaç saniye içinde, hayatınızın çeşitli dönemlerinden resimler geçiyormuş gözünüzün önünde…
İşte kendimi bu yatakta gördüğüm andan öncesine dair hatırlayabildiklerim bunlar. Ama arabada yanımda biri var mıydı, yok muydu, çıkartamıyorum bir türlü… İçim, daha doğrusu ruhum ürperiyor. Titriyorum.
Acaba filmlerdeki gibi istediğim yere özgürce uçabilir miyim? Hayır, bunu yapamıyorum. Demek ki daha uzun bir süre buradan kendimi seyredeceğim.

Doktorlar aralarında kısık sesle bir şeyler konuşuyorlar. Hemşire kapıya gidip annemle babamı içeri çağırıyor. Dökük beyaz saçları olan doktor -sanırım diğerlerinin hocası o- annemle babama “Ümidinizi kaybetmeyin, elimizden geleni yapıyoruz. Bize dönecek” diyor. Gerçekten mi, peki nasıl?
Annem geliyor başucuma oturuyor. Elimi tutuyor, babam da onun arkasında. Gözlerinde yaşlar mı var, bana mı öyle geliyor.
Annem, doktorun onu duyamayacağımı söylemesine rağmen benimle konuşuyor. Oysa duyuyorum, cevap vermek istiyorum ama benim dudaklarım yok ki şu anda… Ben de ağlıyorum şimdi. Ya hep böyle kalırsam… Şu anda manzara çok acıklı. “Birazdan Selim de gelecek, ona da haber verdik. Şok oldu çocukcağız” diyor annem. O zaman hatırlıyorum Selim’i… Nişanlım… Bu kaza ne zaman oldu acaba? Birkaç gün mü, birkaç saat önce mi? Ve ben niye o kadar hızlı kullanıyordum otomobili… Yoksa…

Aradan ne kadar zaman geçti anlayamadım. Hemşire kız gelip annemle babamı oturdukları yerden kaldırdı. Dinlenmem gerekiyormuş. “Hey baksanıza, bu hortumları burnumdan çıkarsanıza, nefes alamıyorum” demek geliyor içimden, bağırıyorum ama kimse duymuyor beni. Ne korkunç. Hep ölümün nasıl bir şey olduğunu merak etmiştim, ölümden sonra ne olacağımızı. Galiba şimdi öğreniyorum. Astral geçiş dedikleri bu olsa gerek…

Tam annemle babam çıkarken kapıdan Selim giriyor. Sanki yıllardır görmemişim gibi hissediyorum. Birden onu ne kadar özlediğim ama ona sarılamayacağım geliyor aklıma; çaresizce ağlıyorum yeniden.
Bu sefer Selim oturuyor yanı başıma… O elimi tutuyor. “Neden yaptın bunu?” diyor. Ne yaptım ki ben… Yoksa… Peki neydi beni o denli kızdıran… Aracı o kadar hızlı sürmeme neden olan…
“İyileşeceksin, göreceksin. Beni bırakmana izin veremem” diyor. Eskiden beri güzel konuşurdu; duygulu… “Ben de istemiyorum gitmeyi” diyorum. Kelimeler sanki ağzımdan istemeden dökülüyor. Selim durup etrafına bakınıyor. Sonra da eğilip dudaklarıma… Yoksa duydu mu beni? Duyurabildim mi sonunda kendimi… Sonra doğruluyor. “Bir an sanki benimle konuştun” diyor. “Evet ya konuştum” diyorum. Ardından da “Seni seviyorum”…

“Selim beni duyuyor musun?” diyorum.
“Deliriyorum galiba, benimle nasıl konuşursun?” diye yanıtlıyor. “Ben buradayım, yukarıda. Nasıl aşağıya gelebileceğimi bilmiyorum.” Yukarıya bakıyor, göremiyor. Ama yine de bana kucak açıyor. Ona sarılmak için kollarımı uzatıyorum, koşuyorum. Birden odadaki cihazlardan hızlı hızlı sesler yükseliyor. Gözlerimi açıyorum… Odada, yataktayım. Biraz önce durduğum yeri buradan görebiliyorum. Elimi kaldırıp bakmak istiyorum, ama serumlar sarkıyor. Son kuvvetimi de kullanıp elime bakıyorum. Selim elimi tutuyor; sımsıkı… Anlıyorum ki geri geldim.
“Hoş geldin ve iyi ki geldin” diyor.

Evet, iyi ki geldim…

1 yorum:

  1. HAKAN KARCI
    Son derece güzel bir yazı. İnsanı özellikle anlatımda kullandığın ayrıntılar etkiliyor. Sanki nefes alamıyormuşum gibi geldi o hortumların anlatanın boğazında olduğunu düşününce.
    Tebrikler.
    23 Şubat, 23:36

    YanıtlaSil