18 Ocak 2024 Perşembe

6 dakikalık yazılar

Fotoğraf: Pixabay


YAZMAK benim için her zaman kurtarıcı olmuştur. Okuma yazma öğrendiğim günden beri yazıyorum desem yeri… Yaşadıklarımı, hayallerimi, hayal kırıklıklarımı, söyleyemediklerimi, söylemek istediklerimi hep yazdım. Sanırım delirmediysem yazdığım için. Günü gelir okuyamazsam, ya da yazamazsam ne yaparım diye düşünüyorum, cevap bulamıyorum. 

Herkes yazmaya bu kadar sevdalı mı diye düşünüyorum bazen. Değildir herhalde… Belki benim için de bir gün sonu gelir yazma sevdamın kim bilir? Ama elimde imzalı bir kitabımı görmeden gelmesin o günler. Belki beni delirmekten, kavgalardan kurtaran içimdeki kavgaları başlamadan bitiren sihirli dokunuş başkalarına da ilham olur. Hem öyle olsa fena mı olur?

Biliyorum bu bir hikaye girişinden çok deneme başlangıcı ya da günlük yazısı gibi oldu ama varsın olsun. Kalem benden bağımsız şu an. Yüreğimin götürdüğü yere gidiyor. Ben de peşinden işte. Küçükken yıldız kaydığında dilek dilemiştim, bir kitap yazarsam adı Kurdun Sonu Kelebek olsun diye… Evren mesajımı almış mıdır? Şimdi de içimdeki çocuğun dileği olsun diye diliyorum. Ya tutarsa!


XXX



RÜYA… Psikiyatristlere göre içinde çok anlamlar yüklü bir bilinmez. Ama benim rüyalarım bana ciddi ciddi yol gösteriyor. Bir  keresinde şöyle bir rüya görmüştüm: Dizideki Sherlock Holmes yanımda bana sesleniyor. Londra’da büyük bir patlama olmuş. Sabah kalktığımda bilgisayar başına oturdum ve hiç kalkmadan otuz sayfalık bir hikayeye dönüştü o rüya. Yine başka bir rüyam bana başka bir hikaye armağan etti.

Bazen rüyalarımın aynen çıktığı da oldu. Küçükken sahilde terliklerimi kaybetmişti de, rüyamda geri geldiğini görmüştüm. Anlattığım herkes dalga geçti ama ertesi gün terliklerim, birinin elinde bana döndü. Kendi yeğeninin sanıp almış meğerse. Sonuçta rüyam çıktı mı, çıktı.

Bana hikayeler yazdıran rüyalarım hiç bitmesin. Rüyalarımı unutmamak için başucuma defter de koydum. “Bu çok güzel hikaye olur” dediğim bir rüyamı unuttuğum günden beri başucumda. Belki bir gün roman da yazdırır rüyalar.



XXX


GÜNLÜK tutmak çoğu kişi için bir angarya ama benim için tek ve en iyi arkadaşımla konuşmak gibi. 32 yıl olmuş başlayalı. Depresyon geçirdiğim yıllarda tuttuğum defterlere bakıyorum da iyi çıkmışım o günlerden.

Yıllar öncesine yolculuk yapmak gibi. Hayallerim gerçek olmuşsa seviniyorum mesela. Beni kızdıran kişiler artık hayatımda yok. Ve o eski günleri yeniden okumak içimi acıtsa da şimdi doğru kararı verdiğimi görmek rahatlatıyor beni.

Birisi, günlüklerini parça parça ettiğini çünkü artık onlardaki kişi olmadığını söylemişti de, nasıl içim acımıştı. Ben dedim, o satırlar sayesinde bugünkü “ben”e ulaştım. Onlara nasıl kıyarım. Onları yurtmak, geçmişimi, hayallerimi, olmak istediğim ve bugün olduğum kişiyi çöpe atmak olur. Bu da kendine ihanet etmek olmaz mı aslında? Günlük benim dünüm, bugünüm, yarınım. Aynı zamanda anda kalma aracım.


XXX


“Terapi almalısın belki de” dedi adam duygusuz bir sesle. Kadın isterik bir kahkahanın ardından adeta tıslayarak “Delirten sen, terapi alacak olan ben ha!” dedi. Adam da sesini yükseltmişti artık. “Seninle konuşmak imkansız!” deyip kapıyı çarpıp çıktı.

Kadın ağlamaktan kızarmış burnuna, makyajı akmış gözlerine baktı koridordaki aynada. Derin bir nefes aldı. Banyoya girip soğuk suyla yıkadı yüzünü. Saçlarını acıtırcasına taradı. Sonra saçının tarandığı başka bir güne gitti. Bu kez on yaşındaydı. Saçlarını annesi tarıyordu. Hiçbir teline kıyamıyor, değerli bir hazine tutuyor gibiydi. “Her şeyin çaresi bulunur ama kendini değersiz hissettiğin yerde kalmak ruhunu öldürür”dedi kendi kendine konuşur gibi. O zaman anlamamıştı annesini. “Çok haklıymışsın anne” dedi. “Babam senin önce ruhunu sonra bedenini öldürdü. Ben de bugüne kadar buna izin verdim ama artık son!”


XXX


“MASAL deyip geçme” dedi kadın, en yakın arkadaşına. Garip garip baktığını görünce de “Çocuğa aldığımız masal kitabını karıştırayım dedim geçen gece uykum kaçınca” diye açıklamaya girişti: “Ülkelerden masallar derlemişler. Aman Allahım para için birbirlerini sırtından bıçaklayanlar, iyi ve dürüst insanları aptallıkla suçlayanlar, kadınları bir erkeğin kurtarmasına muhtaç zavallı yaratıklar gibi göstermeler. Karar verdim okuyacak kadar büyüdüğünde ona kendi yazdığım masalları okuyacağım. Kötüler elbette olacak ama onların kötü olduğunu bilecek. Hep onlar kazanmayacak. Kötüler sadece güçlü ve zengin olduğu için haklı olmayacak. İyiler de ‘ensesine vur lokmasını al” tipi insanlar olarak boy göstermeyecek. Kadınlar kimseye hele bir erkeğe muhtaç olmayacak. Tek ihtiyaç duydukları iyi ve dürüst dostlar olacak. Hayal kırıklığına uğradığında, tökezlediğinde yeniden ayağa kalkmayı bilecek. Gerçek yardımı kabul edecek, düşmanını tanıyacak ve ona göre de hamlesini hesaplayacak.”


XXX


“Yalnız olmaktan neden bu kadar korkuyorsun?” diye sordu terapisti. “Siz korkmuyor musunuz?” diye soruya soruyla yanıt verdi Didem. “Tabii herkes korkar ama seninki ileri boyutta ki buradasın” dedi adam. Didem düşündü. Çok kardeşli, kalabalık bir evde büyümüştü ama o hep yalnızdı. Sesini asla duyuramazdı. Okulda da öğretmenleri onu yok sayardı. O söz almak istediğinde onu değil başkasını seçerlerdi. “Belki de ben görünmezim” diye düşündü küçücük aklıyla Didem. Ve öyle de yaşamaya devam etti. 

Çok iyi, onu dinleyen, ona değer veren tek arkadaşı olmuştu: Serhan. Ama onun da babası memurdu. İki sene sonra tayini çıkınca, yine yalnız kalmıştı. Sadece mektuplar… Başlangıçta mektuplar da yetiyordu ona. Yıllarca da yetmişti. 

Sonra bir gece televizyonda gördü Serhan’ın fotoğrafını. Şehit düşen yedi askerler birlikte… O gün içi de kendi gibi yalnız kalmıştı. İşte gün karar verdi terapi almaya…

13 Ocak 2024 Cumartesi

Yarıştıran tutku


Aslı dudaklarının arasına sıkıştırdığı kalemiyle pürdikkat ekrana bakıyor, parmakları kendisinden bağımsız gibi yazıyor da yazıyordu. Bundan bir saat önce bir anda Arşimet’in evreka diye bağırması gibi, buldum diye bağırmış, bir güç ona yazdırıyormuşçasına parmakları klavyede gidip gelmeye başlamıştı. Noktayı koyup sırtını geriye doğru yasladığında kollarının ağrıdığını fark etti. Ağzındaki kalemi çıkarıp gelişigüzel topuz yaptığı saçına taktı. Gözlüklerini yukarı doğru itti. Bu kez olmuştu. İş, bunu onu küçük görüp kale almayacak kişileri atlayıp direkt patrona okutabilmekteydi.

Telefonu çalınca zıpladı. Annesi arıyordu. Azarlanacağını bile bile açtı. “Kızım en son saat onda aradın, az bir işim var dedin. Saat kaç biliyor musun?” diye bağırıyordu. O sorunca ekranın köşesindeki saate baktı. 02.00’ye mi geliyordu? Gözleri yerlerinden fırlayacakmış gibi büyüdü. “Anne tamam haklısın ama bu çok önemli bir iş kendimi göstermem açısından. Saatin farkına varmamışım. Buradaki odalardan birine kıvrılır yatarım. Çıkmam bu saatte yola merak etme” dedi. Ardından da patroniçe Sema Hanım’ın odasındaki üçlü koltuğa kıvrıldı. İnce ceketini de üstüne almayı unutmadı. Ama uyku tutmuyordu işte.


Büyük bir reklam ajansında çalışıyordu Aslı. Küçüklükten beri tutkusu yazmaktı. Ama iletişim fakültesini bitirip reklam ajansında staja başladığında reklam metni yazmayı çok sevdi. Yazdıkları da çok beğenildi ama o stajyerdi, ondan büyük kerli ferli insanlar onun ismi yerine kendi isimlerini yazıp verdiler müdürlerine patronlarına… Aslı kendindeki cevherin farkındaydı. Elbet bugünler bitecekti. Elbet kendisini gösterecekti. Ama işte patron, yaratıcılığı artırmak için onları iki gruba ayırmamış olsaydı. 


Sema Hanım kardeşiyle eşit ortaktı. Kardeşi Tuna da kendi grubunu kurup bu büyük firmanın reklam işini kapmak için yarışmayı teklif etmişti. Aslı’nın gözlemlerine göre “gazla” çalışan Sema Hanım da bu teklife balıklama atlamıştı. Sema’nın ekibindeki Orçun, Aslı’nın yeteneğinin farkındaydı ve ekibe hemen alıvermişti. Tuna’nın ekibinde ise o gıcık, meymenetsiz Selçuk vardı. Ona hep tepeden bakan Selçuk. Başlarda iyi anlaşacaklarını düşünmüştü. Aynı okuldan mezunlardı. O da yazmaya tutkundu. Hatta bir gün o izinli olduğunda, çekmecesinde bir şey ararken bulduğu deftere bakılırsa şiir ve hikayeler de yazıyordu. Tabii bunu ona hiç söylemedi. O şiirdeki kız olmayı dilediğini fark etti birden ve defteri, elindeki acayip bir yaratıkmış gibi aniden elinden attı. Acaba Selçuk bu büyük iş için neler bulmuştu? Kesin Aslı’nın bulduğu metne yine beğenmez gözlerle bakacaktı. Bu kez Orçun’u atlatıp Selma Hanım’a ulaşması gerekiyordu. İşte o tıkırtıyı da bunları düşünürken duydu ve birden yerinden fırladı.


Selçuk bu reklam ajansına gireli beş yıl olmuştu. İlk yıl sadece kahve getir götür işlerine bakmıştı. Bir de başkasının yazdığı metinlerin düzeltmesine... İki kelimeyi bir araya getiremeyen, imla kurallarından haberi olmayan insanların yazdığı metinleri daha güzel hale getiriyordu. Tabii ki yazının sahibi, onun yaptığı düzeltmeleri fark ediyordu ama üzerine kendi ismini yazmaktan geri durmuyordu. Birden diğer bütün metin yazarlarının yeteneği parlamıştı sanki! Selçuk sayesindeydi ama bunu patronlar bilmiyordu. Yavaş yavaş kendi metinlerini üstü olan Seval Hanım’a göstermeye başladı. Seval boyuna eleştiriyor, burası hatalı, şurayı yeniden yaz diyerek onu başından savıyordu. Ama son zamanlarda Seval’in metinleri buram buram Selçuk tarzı kokmaya başlamıştı.


Tuna Bey, Seval’i çağırıp “Bu yarışı bizim ekip kazanmalı. Bu yüzden de onların hangi metin üzerinde çalıştığını bulmalıyız” dediğinde Seval’in aklına bu ‘pis’ işi yaptıracak tek kişi geldi: Selçuk! Böylece elinde bir koz olurdu. Onun yazılarını kendi yazısı gibi patrona verdiğini Selçuk biliyordu. Bu şekilde üç büyük şirketin reklamlarını onların şirket almıştı. Ancak ona böyle bir şey yaptırırsa, hakkını aramak aklına gelmezdi. Selçuk başta istemeye istemeye kabul etti teklifi. Sema Hanım’ın ofisine girecek, bu teklif için yazdıkları metni onlara getirecekti. Ancak Selçuk akıllıydı. Teklifin ayrıntılarını tekrar konuşmak istediğinde Seval Hanım’ın anlattıklarını cep telefonuyla kaydetmeyi unutmadı. 


Cuma gecesi saat 01.30’ta önce kendi bürolarına gitti. Kendi yazdığı metnin bulunduğu flash belleği cebine attı. Ardından yavaşça Sema Hanım ve ekibinin kullandığı ofisin kapısını açtı. Büyük ihtimalle dosya Sema Hanım’ın odasındaki bilgisayardaydı. Nasıl bulacağı hakkında pek fikri yoktu. Zaten aramayı da düşünmüyordu. Sema Hanım ve ekibi gelince aklına, Aslı’nın gülen yüzü de geldi gözlerinin önüne… Neden sanki hep onu takmıyormuş gibiydi ki tavırları… Ah bilse onun hakkındaki düşüncelerini… Ama o öyle davrandıkça açılamazdı. Ne olurdu birazcık yanına yaklaştırsa… Bunları düşünürken fazla gürültü çıkardığını fark edemedi. Sema Hanımın odasını açtığında karşısında, elinde kağıt ağırlığıyla Aslı’yı gördüğünde, “fazla hayal etmenin sonu bu” sözleri döküldü dudaklarından… Ama hayali konuşuyordu: “Ne saçmalıyorsun sen, ne hayali?”


Karşısında gerçekten de Aslı duruyordu. Şimdi burada ne aradığını nasıl açıklayacaktı? Dürüst davranıp her şeyi olduğu gibi anlatsa! En iyi savunma saldırıdır deyip “Asıl sen ne arıyorsun burada? Hem de bu saatte? Yoksa ekipten biriyle mi birliktesin?” diye sordu. Gerçekten de asıl merak ettiğinin bu olduğunu fark ettiğinde, şaşırdı.


Aslı “Saçmalama” dedi, “Şu yarışma konusu olan reklam metni için kalayım dedim, saatin farkına varmamışım.” Selçuk neden bilmiyordu ama rahatlamıştı. “O dürüst olduğuna göre, ben de olabilirim” diye düşündü. Tam o sırada Aslı, “Evet, sen niye buradasın hala söylemedin” diye sorunca “Sır saklar mısın?” diye sordu. Aslı, bir sırra ortak olmaya hele Selçuk’la ilgili olmasına çok sevindi. “Tamam” deyiverdi. Ama hemen arkasından “Kesin o şirketten birileriyle birlikte, onunla buluşmaya geldi” diye bir düşünce geldi aklına. Bu düşünceyi de kovmak ister gibi eliyle bir hareket yaptı. Selçuk, sanki onun gözlerinden, aklından geçenleri okuyabiliyordu. Daha fazla dayanamadı ve oraya neden geldiğini tüm açıklığıyla anlattı.


Yarım saat sonra ikisi üçlü koltukta oturmuş, kahvelerini içiyordu. İkisi de aslında aynı dertten muzdaripti. Yeteneklerini başkaları, kendi yetenekleri gibi patrona sunuyor, onlar kazanıyordu. Ama bunu değiştirmek için güç birliği yapabilirlerdi. Sema Hanım’ın aklına kardeşininki gibi hileler gelmemişti ama biri gidip ona karşı ekibin yazdığı metni buldum dese, merakla bakardı. Böylece Selçuk ve Aslı karar verdi. İkisi de kendi yazdıkları metni, kendi patronuna, karşı tarafın metni gibi gösterecekti. Beğenildiğinde gerçeği açıklayacaklardı. İkisinde de metnin orijinal ve imzalı hali vardı zaten. Ve şimdi birbirlerine şahitlik yapacaklarına da söz veriyorlardı işte.


Bu karara vardıktan sonra sabaha karşı evlerine vardı ikisi de… Heyecandan iki üç saatlik bir uykuyla da işe döndüler. Selçuk, Seval’e bile çıkmadan direkt Tuna Bey’in yanına gidip metni gösterdi. Aslı ile planladıkları gibi… Aslı ise Sema Hanım’a kahve götürme bahanesiyle Orçun’u atlatıp odasına girdi. Sema Hanım başı ellerinin arasında “Biz bu yarışı nasıl kazanacağız” diye kendi kendine konuşuyordu. Aslı’yı görünce “Geç Aslıcım. Ben de dertleşecek birini arıyordum” dedi. Aslı gökte aradığı fırsatı yerde bulmuştu. Hemen karşısına geçti. Sema “Kim kazanırsa kazansın önemli olan firmanın kabul etmesi. Yani Tuna’nın ekibi de kazansa, biz de, bizim şirket kazanacak. Ama ben hırs yaptım. Küçükken de böyleydi bu Tuna… İlle yarışa çevirirdi her şeyi. Biliyor tabii huyumu” dedi. Aslı da yeni aklına gelmiş gibi, “O ekipten biri fotokopi çekerken...” “Yalnız olduğunu sanıyordu tabii” diye ekledi “bozuk çıktıları çöpe atıyordu, çok gizli saklı yaptığına göre, bu projeyle ilgilidir deyip aldım. Gerçekten de öyleydi. Belki bakmak istersiniz” diyerek elindeki buruşturulup düzeltilmiş kağıtları gösterdi. Sema heyecanını saklayamadı. Hemen hızlı hızlı göz gezdirdi ve “Harika” dedi. “Onlardan önce açıklarsak, bizim olur proje. Tuna bunu hak etti.”


Normal şartlarda iş etiğine aykırı bir durumdu ama Aslı gerçeği biliyordu. O yüzden, “Siz bilirsiniz” dedi ve dışarı çıktı. Aynı dakikalarda Tuna da Selçuk’un elindeki metne “Harika, kesin biz kazanacağız” diye bakıyordu. “Onlardan önce açıklarsak, proje bizim olur” dedi. Selçuk da “Karar sizin” deyip çıktı. Öğleden sonraki toplantıda, iki patron ellerindeki reklam metinlerini son metin olarak açıkladı. Ancak ikisi de birbirinin devamı niteliğindeki metinler aslında birbirinden farklıydı. Sema Aslı’ya “Her şeyi anladım” der gibi bakarken Tuna, yanına çağırdığı Selçuk’a “Saat dörtte odamda ol” diye fısıldadı.


Aslı patronu Sema Hanım’a, Selçuk da Tuna’ya bugüne kadar olanları anlatırken Seval ve Orçun adeta tırnaklarını yiyerek beklediler yerlerinde… İkisi de çıktığında, çalışanların bilgisayarlarına bir mesaj düştü. Görev değişikliği mesajı… Aslı ve Selçuk, metin yazma ekibinin başına getirilmişti. Hak ettiklerini küçük bir oyunla da olsa -ki onlar başlatmamıştı- kazanmışlardı. 


Akşam bunu baş başa kutlamaya gittiklerinde Aslı Selçuk’a kadeh kaldırıp “Şimdi sırada senin şiir ve hikayelerini bastırmak var” dedi gülerek. Selçuk defterini gördüğünü anladığından kahkahalar eşliğinde kaldırdı kadehini ve ekledi: “dedi şiirlerimi yazdığım kadın.”


Yasemin Saraç

13 Ocak 2024


28 Mart 2021 Pazar

Dedektif lazım mı?



Suç ve dedektiflik dizilerini, özellikle de Sherlock Holmes gibi kült kahramanların yer aldığı kitapları seviyorsanız, özel dedektiflerin ne iş yaptığını az buçuk biliyorsunuz demektir. Kayıp insanların ve eşyaların peşine düşerler, cinayetlerde polisin bile göremediği ipuçlarını araştırırlar. Yurtdışında özel dedektiflik en az polis dedektifliği kadar ‘itibarlı’ bir iştir dizilerde. Hatta çoğu zaman polisin çözemediği olayları çözerler.

Tamamen tesadüf eseri, Türkiye’de de özel dedektifliğin hayli yaygın bir iş kolu olduğunu öğrendim. Google’a ‘dedektif’ yazdığınızda ilk etapta 32 adrese ulaşabiliyorsunuz. Hatta içlerinden birisi Sir Arthur Conan Doyle tarafından yazılan hayali dedektif kahraman Sherlock Holmes’un adını taşıyor.

Ama daha ilginci, gündelik temizlikçi, boyacı gibi hizmetlere ulaşabilmek için kullanılan ve adını bir meyveden alan sitenin sizi özel dedektiflerle de buluşturması. Sayfada “İstanbul civarında 209 özel dedektif bürosu hizmet vermeye hazır” şeklinde bir yazı karşılıyor sizleri. Dedektiflerin kendilerini tanıtan bölümler ve yanda da onlardan hizmet alanların yorumları var.

Pekiyi, ne gibi hizmetler veriyorlar bu özel dedektifler?

Eş takibi, boşanma davaları için delil toplama, velayet davaları için delil toplama, tehdit, şantaj altındakilere yardım, adres tespiti, borçlu tespiti, öğrenci takibi, her türlü fiziki ve bilişim dolandırıcılığı, teknik sanal takip, personel takip ve araştırması, sahte marka dedektifliği, kurumsal denetim-firma analizi, hukuksal danışmanlık, VIP koruma, kayıp şahısları bulma, böcek ve gizli kamera tespiti, malvarlığı tespiti, itibar yönetimi, veri kurtarma ve benim en ilgimi çeken ‘evlilik öncesi araştırma.’

Hatırlarsınız Zerrin Özer geçen yıl Murat Akıncı ile evlendi. Ardından iki kadın TV ekranlarına çıkıp Akıncı’nın kendilerini evlendirme vaadiyle dolandırdığını iddia etti. Özer de evliliğinden 36 saat sonra boşanmaya karar verdi.

O günlerde Seda Sayan “Uzun zamandır tanıştığım erkeklerden TC No istiyorum. ‘Ayıp olur’ diyorlar, onlar yalan söylüyor ayıp olmuyor, ben yapınca mı olacak?” deyince günlerce magazin sayfalarına konu oldu.

Özel dedektifler ve dedektiflik büroları evlilik öncesi araştırmayı da yaptığına göre, dolandırıcı eşler tarihe gömülmeli diye düşünüyor insan. Ama ne yazık ki sık sık evlendikleri kişiler tarafından dolandırılanlar haber olarak düşüyor gazetelere… Demek ki dedektiflerden haberleri yok! Paraları yok diyemeyeceğim çünkü dolandırıldıklarına göre paraları da yok değil.

Çoğu özel dedektiflik bürosunda, eski MIT, jandarma, hukukçu ve polislerle çalıştıklarını görüyoruz. Ancak bu bürolar kendi elemanlarını yetiştirecek kurslar da açabiliyor. Tabii bu kurslara katılabilmek için sabıkasız olmak gibi küçük bir şart var. Bir de belirli kişisel özellikleri taşımak.

Dedektiflik büroları da dedektifiz diyerek ‘dolandıranlardan’ şikayetçi. Genellikle kendi internet sitelerinde vatandaşları, bu kişilere karşı da uyarıyorlar.

Yasa iade edilmiş ama kadük olmamış 

Ya Türkiye’deki özel dedektifliğin hukuki boyutu ne? Türkhukuksitesi.com’a göre, 1994 tarihli 3963 sayılı Özel Dedektiflik Kanunu, TBMM’ce kabul edilip yasalaşmasına müteakip, resmi gazete yayınlanmak üzere Cumhurbaşkanlığına yollanmış, ancak Anayasamızın 89. maddesi uyarınca, bu yasa bir kez daha görüşülmek üzere TBMM’ye geri gönderilmiş. Maalesef bir daha TBMM’de görüşülmemiş ve tasarı veya teklif niteliğinden çıkıp TBMM Genel Kurulu’nda kabul edilip kanunlaştığı için de kadük olmamış. Dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel.

Yasanın “Silah Taşıma ve Kullanma Yetkisi” başlıklı 16. Maddesi’nde “Özel dedektifler bu kanunla verilmiş görevlerini yaparlarken silah taşıma yetkisine haizdir. Özel araştırma görevlisi kendilerine özel silah kullanma belgeleri ile verilen demirbaşa kayıtlı silahlarını korudukları bina, tesis ve kuruluşlarda taşıyabilirler” deniliyor.

Yasanın Cumhurbaşkanlığı’nca iade edilme gerekçelerinde  ‘silah taşıma yetkisi’ni de görüyoruz. Buna göre, silah kullanma yetkisinin yönetmeliğe bırakılmasının benzer yasalara aykırı olacağı belirtilmiş.

İade gerekçelerinde özel dedektiflerin sadece içişleri müfettişleri ile il komisyonunca denetlenip adalet müfettişlerince denetlenmemesinin denetimin yetersiz kalmasına neden olacağı belirtilmiş. Ayrıca ruhsatsız özel dedektiflik yapanlara verilen cezaların da yetersiz olduğu ve caydırıcı olmadığına dikkat çekilmiş. Özel dedektifliğe kabul ve görevden uzaklaştırmalarda, kurul kararlarının bakan onayına sunulmamasının da sakıncalı olacağı belirtilmiş.

Bir de küçük not: Dedektiflerin kullandığı birçok alete, nini GPRS araç takip cihazı, mıknatıslı araç takip cihazı vs. internetteki alışveriş sitelerinden ulaşmak mümkün. Hani makyaj malzemesi, mutfak malzemesi aldığınız sitelerden. Fiyatlar kullanılan aletlerin kalitesine ve işleyişine göre değişiyor. Ancak, dedektifçilik oynamak isteyenler için her şey mevcut!

Ya aynı kaderi paylaşsaydım!



Aylin Sözer, Selda Taş ve Vesile Dönmez… 29 Aralık günü bu üç kadının yaşam hakları ellerinden alındı. Hem de canice. Aylin Sözer ilk açıklamalara göre “sevgilisi olduğu iddia edilen” bir “erkek” tarafından önce boğazı kesilerek, sonra da yakılarak vahşice katledildi. Selda Taş, 38 sabıkası bulunan kocası tarafından pompalı tüfekle öldürüldü. Vesile Dönmez de oğlu tarafından…

Hepsine ayrı ayrı çok üzüldüm. Aylin Sözer’in cinayeti ise beni daha çok kahretti. Çünkü Aylin Sözer’in cinayetini çok “duyarlı” geçinen bazı isimler bile hemen “erkek arkadaşı” tarafından öldürüldü diye verdiler. İddia olarak bile değil! Oysa o kendini savunamayacak, “Hayır, o adam benim erkek arkadaşım falan değildi” diyemeyecek!

80’lerin sonunda, üniversitedeyken bu kaderi paylaşmaktan kılpayı kurtulmuş biri olarak her kadın şiddetinde daha çok ürperiyorum. O yıllarda bizim bölüme 350 öğrenci alınıyordu. Çoğunu tanımıyordum bile. Adını bildiğim kişilerin sayısı onu geçmezdi! Ayrıca okuldan eve, evden okula giden bir öğrenciydim. Yani bazılarının dediği gibi “aranmıyordum”. Buna rağmen üçüncü sınıfın başlarında bir gün aynı derslere girdiğim için tanıdığım kişilerle dersler hakkında konuştuktan sonra, karşıma “bizim sınıftan olduğunu söyleyen” bir “erkek” dayandı. Üstelik başka hiçbir şey söylemeden direkt, “Niye o erkeklerle konuşuyorsun?” diye hesap sordu. O hastalıklı beyninde çoktan ikimizi sevgili ilan etmiş, bana hesap sorma aşamasına geçmişti! O andan sonra da her saniye beni taciz etti. Okulun polisinden yardım istediğimde “Ben karışmam” cevabı aldım. O cevabı alınca pis sırıtış eşliğinde daha da arttıdı tacizlerini.

Sırf onun yüzünden sınavdan sınava zor bela okula gittim. Derslere zorunlu olmadıkça girmedim! Zorla çantama mektuplar tıkıştırmalar, adımı okuldaki tahtalara yazmalar… Ölmek istediğim günlerdi. Her an her yerde karşıma çıkıyordu. Bir gün kelimenin tam anlamıyla delirip üstünde şemsiye bile kırdım. Ama pes etmedi.

“Evinin orada oturan arkadaşlarıma seni izletiyorum” dediği için bir süre evden bile çıkamadım. Tam o günlerde Ege Üniversitesi’nde benimle aynı bölümde okuyan bir genç kız, aynı şekilde, kendisine platonik aşık olan bir “sapık” tarafından öldürüldüğünde korkularım daha da arttı. Paronayak bir şekilde arkama bakmadan yürüyemez oldum. Ders notlarım etkilendi. İçime kapandım.

Son sene sadece sınavdan sınava gittiğim okulda bütünlemeye kalmamak için dualar ettim. Sınav notumu işlemeyen görevliler yüzünden bir dersten bütünlemeye kaldığımı sanıp gittiğimde öğrenci bürosundaki görevli kadın “Seninki ölmüş” diye bir haber verdi. Önce anlayamadım bile benimki kimdi? Sonra adını söyledi de anladım. O an şoke olmuştum ve herkesin onu “benimki” olarak bilmesine bile tepki veremedim.

Şimdi düşünüyorum da, eğer o önce ölmeyip beni “öldürseydi” arkamdan bir de “Sevgilisiymiş, kim bilir ne yapmış çocuğa” diyeceklerdi! Kendimi asla temize çıkaramayacaktım. Nereden mi biliyorum, okul çıkışı o sapıktan kurtulmak için bir tanıdığımızın işyerine gitmiştim. O da peşimden geldi. Ve beni bebekliğimden beri tanıyan o tanıdık, “Ne yaptı, sana kuyruk mu salladı?” diye sordu.

O soruyu soran “tanıdığımı” asla affetmedim. Ve dehşetle fark ettim ki, beni tanıyanlar bile öyle düşünüyorsa, tanımayanlar kim bilir ne düşünecekti? Ve bu bende, her “kadın cinayeti”nden sonra, “kendini savunamayacak” her kadın için kapatılmayacak bir yara oldu. Olmaya da devam edecek!

Doğum günü mesajınızı ünlü bir isim versin ister misiniz?



Diyelim ki sevgilinizin, eşinizin, patronunuzun ya da çocuğunuzun doğum günü, ya da bir yıldönümü kutluyorsunuz. Ve hiçbir yerde bulunamayacak özel bir hediye vermek istiyorsunuz. Para sorununuz da yok. Teknoloji ile girişimciliği bir araya getiren bazı adresler, ünlü isimlerin, sizin için sevdiğinize özel ‘kişiselleştirilmiş’ videolar hazırlamasına aracılık ediyor.

O ünlü isimler arasında kimler yok ki… Pandemi nedeniyle sahneye çıkamayan şarkıcılar, oyuncular, televizyon programcıları, futbol yorumcuları, futbolcular, voleybolcular, doktorlar… Bitmedi, astrolog, sunucu, yazar, sosyal medya fenomenleri ve youtuberlar.

Şirketle sözleşmeyi imzaladığınızda, bu videoları asla ticari amaçlarla kullanmamayı, tanınmış kişinin itibarını zedeleyecek şekilde kullanmamayı ve kullanımına katkı sağlamamayı taahhüt ediyorsunuz. Tanınmış kişinin isteği kabul ya da reddetmesi için 48 saati var. Tanınmış kişi isteği kabul ettiği takdirde 48 saat içinde videoyu hazırlıyor.

Sözleşmede, tanınmış kişinin, video içeriğini verdiğiniz ana konu ile bağlantılı olsa da verdiğiniz talimat ve isteklerinizin aynısı olacak şekilde hazırlamak zorunda olmadığı belirtiliyor. Ayrıca bu videoların tanınmış kişinin ve 3. kişilerin haklarını ihlal edilecek şekilde kullanılması da yasak. Aksi takdirde Şirket ve tanınmış kişilerin dava açma ve içerik kaldırma, engelleme hakkı var.

Bu işi yapan iki şirket var internette. İlk başlatan şirketteki ‘tanınmış kişi’ sayısı daha fazla. (19 Ocak 2021 itibariyle 225 idi. Ancak her an yeni ünlüler eklenebiliyor) Fiyatlar da bin 250 ile 30 lira arasında değişiyor. Mesela o listedeki tanınmış kişilerden şarkıcı-oyuncu Keremcem’in, gitarıyla yaptığı videoya bin 250, gitarsız videoya 750 lira ödüyorsunuz. İrem Derici, çocuk oyuncu Emir Berke Zincidi, Okan Bayülgen, Yeşim Salkım ve Hayko Cepkin’in kişiselleştirilmiş videoları için ödenecek miktar bin lira.

Oyuncu Gonca Vuslateri 990, Yonca Evcimik 950… Serdar Ortaç mesela her iki şirkette de tanınmış kişi olarak çıkıyor karşınıza. Serdar Ortaç’ın hazırladığı size özel video için 690 lira ödüyorsunuz.

Futbol yorumcuları Abdülkadir Durmaz ile Ahmet Çakar iki sitede de var. Onlardan kişiye özel video ise 295 lira. İlk şirketteki futbolcular Ahmet Dursun 250, Serhat Akın ve Ümit Karan 150 liraya size özel video hazırlıyor.

Sunucu- programcı Derya Baykal da kızları Ferhan ve Derya Şensoy ile tanınmış kişi listesinde… Derya Baykal 300, kızları ise 200 liraya kişiye özel videonuzu hazırlıyor sitedeki listeye göre…

Serbest dalışta Türkiye rekortmeni Şahika Encümen, DJ Geveze de 200 liraya kişiye özel video hazırlayan isimlerden.

Tanınmış kişi listesinde ‘Veliaht Koçu’ olarak yer alan Tunç Vidinli ise 100 lira karşılığında kişiye özel video hazırlıyor. Listedeki en düşük kişiye özel video hazırlama fiyatı 30 lira. Küçük yaşlardaki youtuber’lar da tanınmış kişi olarak listede…

Aynı işi yapan ikinci şirkette, ortak tanınmış isimler dahil olmak üzere toplam 20 ‘ünlü’ isim var. Ege, Yaşar, Aydilge, Burak Akkul, Selim Yuhay, Yunus Günçe, Tansu Dayan ve Nuri Alço onlardan birkaçı. Her birinin hazırladığı özel videonun fiyatı farklı… Ve bu şirkette ödemelere taksit bile yapılıyor.

Sora sora Bağdat'ı bulamayanlar!



Yön… TDK’nın çevrimiçi Sözlük’üne göre dört anlamı var. 1- Belli bir noktaya göre olan yer, taraf. 2- Bir şeyin belli bir noktaya baktığı yan, veçhe. 3- Bir yere gitmek için izlenen yol, cihet, istikamet. 4- Tutulacak, izlenecek yol.

Bu yazının konusu ise 3. tarifteki anlamının benim hayatımdaki rolü…

Çocukluğumdan beri yön ve yollarla aram iyi olmadı. İlkokulda öğretilen şekilde, kuzeyi bulmayı, ona göre de diğer yönlerimi bulmayı bilirim ama o kadar. Bir yer tarif etseler, hayatta tek başıma, hele de arabayı ben kullanıyorsam o adresi bulamam. Navigasyon cihazları ne güne duruyor diyeceksiniz? Denedim, onunla da kayboldum. Ha bir şekilde, tanıdığım yerlere kadar gidebildim, eve döndüm. Ama nasıl derseniz, ya da yolu tarif et, edemem.

Üniversiteyi ilk kazandığımda, Avrupa yakasına tek başına ilk kez geçmiş oldum. Daha önce hep arabayla ve ailecek gidiyorduk. O yüzden okula kadar babam bıraktı, yolu öğretti. Ben de o yolu ezberledim. Ve hep o yoldan gidip geldim. Arkadaşlarım bizimle gel dediğinde, kaybolurum diye kendi bildiğim yoldan giderdim hep. Bir gün bir baktım, yollarımız kesişti. Meğer aynı yere çıkıyormuş bütün yollar!

Araştırmalara göre, -tabii ki istisnası vardır- ama kadınların yön duygusunun zayıf olmasının, evrim süreciyle ilgisi varmış. Mağarada kalan erkek, avlanmak için uzaklara gittiği için yön duygusu gelişmiş. Mağaranın yakınlarında ot ve meyve türü şeyler toplamak için yakınlarda dolaşan kadınlar ise uzun yolu bulmayı değil ama yakın mesafeleri ayrıntılı şekilde hatırlamayı evrimleştirmiş.

İşte böyle… Yön duygumun zayıflığını bilimsel nedenlere de bağladım. Rahatım. Arabayla bilmediğim bir yere gideceksem, öncesinde muhakkak eşimle gidip yolu kafama yerleştiririm. Tek başıma gidip kaybolma riskini almam. Yıllar önce kayboldum, oradan biliyorum.

İşe her zamanki yoldan gidiyordum ki baktım polis yolları kapatmış, başka bir yöne gönderiyor bütün araçları. 30 Ağustos Zafer Bayramı töreni için o zamanlar yollar kapanıyordu, şimdi hala öyle mi bilmiyorum. “Ben hemen şuraya gidecektim”, desem de “Habibler’e, Habibler’e” dedi, gönderdi. İçimden de diyorum ki, “Habibler dedin de, Paris de deseydin benim için aynıydı…” Neyse, Habibler yazan oku takip ettim ve Habibler’e gittim. Ama o kadar yabancı ki bana… Neredeyim hiçbir fikrim yok. Yol kenarında bir yere park ettim. Bir markete falan sorarım, yolu tarif ederlerse dönerim diye. O arada önüme inşaattan tahtalar mı düşmedi, markettekiler tarif sorduğumda bön bön yüzüme mi bakmadı… Neredeyse benim için Survivor tadındaki bu yolculuk yüzünden işe de geç kalmıştım. Eşimi aradım yardım eder umuduyla, “Toplantıdayım, bulursun yolu” deyip kapattı.

“En zor çareler, en zor zamanlarda bulunur” demişler mi bilmiyorum ama gerçekten de öyle oldu. Bir taksi çevirdim. Gideceğim adresi bilip bilmediğini sordum. “Biliyorum” dedi. “Tamam o zaman”, dedim. “Ben seni arabamla arkadan takip edeceğim.” Adam, hani filmlerde olur ya “Öndeki aracı takip et” deyip binerler taksiye… Hep o anı beklemiş gibi bir havaya büründü. Biraz tersiydi durum ama olsundu o kadar. Neyse, taksi önde ben arkada, gideceğim adrese ulaştım. Teşekkür edip parasını ödedim. Taksici beni uzun yoldan getirip fazla para aldı mı bilmiyorum. O an benim için bir an önce işe ulaşmak önemliydi. Ve amacıma ulaştım.

Yıllar geçti. Artık bilmediğim bir yere gideceksem, otobüs, metrobüs veya metroyla gitmeyi tercih ediyorum. Öncesinde nasıl ve nereden gidilir internetten bakarak. En azından arabaya park yeri bulup tarif al, adresi bilmeyenlere denk geldiysen, taksi tutup peşinden git olayı yok!

Böyle dost, düşman başına



Hikayemizin kahramanı kadın. 30 yaşında. Evli. Yoğun saatler çalıştığı bir işi var. Haftada bir gün o da hafta içi izin kullanıyor. Bu yüzden de liseden, üniversiteden arkadaşlarıyla görüşemiyor. Hatta yine bu yüzden, “burnu büyüklük”le suçlanıyor. Adı önemli değil. Siz istediğiniz ismi verebilirsiniz.

O gün heyecanlı. Çünkü yıllardır sadece telefondan ve mail ile görüştüğü arkadaşı ile yüz yüze görüşecek. Ama bu sıradan bir arkadaş değil. “En iyi” arkadaşı. Ya da o hep öyle sandı. Onunla görüşebilmek için, eşiyle birlikte yaptığı izin gününü değiştirdi. Çünkü arkadaşına o gün uyuyordu. Her ne kadar “burnu büyüklükle” suçlayan o kişi de olsa, ne de olsa “en iyi” arkadaşı. Görünce eski günlerdeki gibi olacaklar. Ya da o öyle sanıyor. Geçen yıllar içinde o “en iyi” arkadaş kendisini üzecek çok şey yaptı, ama ne de olsa “en iyi” arkadaşlar affedilirdi. O da affetti.

Arkadaşı çalışmıyor. Evli de değil. Hâlâ ailesinin evinde yaşıyor. Genç kızken o eve az girip çıkmadı kahramanımız. Büyük bir heyecanla gidiyor. Arabasını park edip yukarı çıkıyor. Her şey sanki araya yıllar girmemiş gibi olacak. Ya da o öyle sanıyor.

Annesi de evde arkadaşının. Önce bir selamlaşma, hoş gittin, beş gittin. Henüz geleli yarım saat bile olmamışken “en iyi” arkadaşa bir telefon geliyor. Sevgilisinden…

Kahramanımız, ne olduğunu bile anlayamamışken şöyle bir konuşmanın içinde buluyor kendisini: “Anne, arkadaşım evde değil dışarıda bir yerde oturmak istiyor, biz dışarıya çıkıyoruz.”
“Yoo, benim öyle bir isteğim olmadı hiç” diye geçiriyor aklından ama ona soran yok. Apar topar aşağıya iniyorlar. Kahramanımızın arabasına biniyor “en iyi” arkadaşı. Yola çıktıklarında, erkek arkadaşının onu görmeye geldiğini, annesinin görüşmesine izin vermeyeceği için böyle bir yalan uydurduğunu söylüyor. Biraz gittikten sonra köşede görünüyor sevgili… “En iyi” arkadaş, arkasına bile bakmadan arabadan iniyor, sevgilinin yanına gidiyor.

Onunla görüşebilmek için eşiyle iznini değiştiren kahramanımız önce ne yapacağını bilemiyor, duruyor. Arkadan çalan kornalarla kendine geliyor. Sinirinden ne yapacağını bilemez bir halde bilmediği yollarda buluyor kendini. Hem ağlıyor, hem böyle salak yerine konduğu için öfkeli… Neyse ki annesi yakında oturuyor. İzni berbat olmuşken bari ona gidiyor, dertleşmeye. Annesi ona çok önceleri o “en iyi” arkadaşın, aslında onu hiç arkadaşı olarak görmediğini, hiç iyiliğini istemediğini söylemişti. Ama kahramanımız “Olur mu hiç öyle şey” diye annesini terslemişti. Yıllar sonra annesinin dediği her şey bir bir olurken “bizzat yaşayarak” anladı. Ama dersler biraz acıtıcıydı.

30 yaşındaki bir yetişkinin erkek arkadaşıyla görüşmek için annesine yalan söylemesine mi şaşırsın, kullanıldığına mı, karar veremeyen kahramanımız bir süre o “en iyi” arkadaşıyla görüşmese de yine affetti. O da onu üzecek, kıracak şeyler yapmaya devam etti. Hem de bile bile. Bıçağı saplayıp bir de daha acıtsın diye iyice büken katiller gibi. Ama kahramanımızın da bir sabrı vardı. Damlaya damlaya göl oldu, taştı sabrı. Nihayet tüm bağlarını kopardı o “en iyi” arkadaşla. Sadece kendini aptal yerine koymasına izin verdiği için yine kendine kızıyor arada aklına gelince. Ama geç de olsa kurtulduğuna seviniyor. 

Ne demiş Paulo Coelho, “Yanlış insanlar zaman kaybı değil, doğru insanı tanıyabilmek için birer öğretmendir.” Kahramanımız da artık doğru insanları daha kısa zamanda bulabilmeye çalışıyor. Kimi zaman başarıyor, kimi zaman yeni bir ders aldığını yazıyor günlüğüne…